Önceki yazımda hakikat konusuna değinmiştim. Aynı hakikat konusunda spor alanında da ciddi sapmalar var. Öncelikle siz değerli okuyucularımdan aşağıda yer alan basket fotoğrafına dikkatlice bakmalarını istiyorum. Bu fotoğrafta bir gariplik var. Öncelikle sizden bu garipliği görmenizi istiyorum. Çünkü eğer bu garipliği gördüyseniz hayata sorgulayarak bakmaya başladınız demektir.

Ardından ise bunun niçin yapılabileceği üzerine akıl yürüteceğiz.

Basketbolu biraz olsun bilenlerin çok rahat göreceği hata, topun gereğinden küçük olduğudur. Ya da çember olması gerekenin 2-3 katı büyüktür.

Aşağıda Liselerde kullanılan nizami ölçülerde bir potanın çember büyüklüğünü görebilir ve topa oranıyla ilgili fikir sahibi olabilirsiniz.

Şimdi NBA maçında görüntüyü durdurup çektiğim ve sayısını arttırmakta zorlanmayacağım bu tepe kamerası görüntüsünde niçin çember büyük? Ve niçin kitlelere söylenmiyor?

Ben bu durumun şov için yapıldığına inanıyorum. Yani basketbolcu istediği zaman orta sahadan bile basket atabilmeli. Basket atmak zor olmamalı, böylelikle 10. dakikada basket olacak diye bahis girildiyse, oyuncunun önü açılmalı ve basketin kaçırılma ihtimali de olmamalı.

Örneğin futbolda, oyuncunun önü açıldığında gol atamama ihtimali çok düşüktür. Ama normal bir çemberde top çemberde dönüp dışarı çıkıverir. İşte küresel çeteler bu tip riskleri almak istemiyorlar.

Hem böyle çok basketli, görsel şölen şeklinde artistik hareketlerle atılan basketler de izleyiciler tarafından ilgi görüyor. Böylelikle de tiyatralleşen basketbol oyununun önü açılmış oluyor. Senaryo aslında daha önceden yazılmış ancak oyuncular senaryoyu oynarken doğaçlama sözler kullanma haklarına sahip gibi düşünebiliriz.

Televizyon başındaki izleyicilere söylemek ise işin büyüsünü kaçıracaktır. İnsanlar inanıyorsa her şey gerçektir. Bu bilgi insanların inancını sarsacak ve gerçekliğe zarar verecektir. Oysa bu haliyle herkes mutludur. Bahis şirketleri çok para kazanmaktadır. Belirli kişiler bahislerle çok para kazanmaktadır. İzleyici ise şova dönük bu yeni oyundan daha büyük zevk almaktadır. Öyleyse bozmaya gerek de bulunmamaktadır.

Hatta öyle ki ülkemiz basketbolunda Lise maçlarında bile koçlar ve hakemler tarafından bu sistemin hazırlıklarının yapıldığı yönünde bilgiler aktarılmaktadır.

***

Futbolda da benzer uygulamalar bulunmaktadır. Örneğin Marco van Basten 26 yaşına geldiğinde o kadar çok sakatlanmış ve sakatlıkların ağrıları yüzünden futbolu bırakmak zorunda kalmış, 28 yaşında jübile maçına çıkmıştı. Yine ülkemizde Rıdvan Dilmen futbol izleyicisinin gözünde destanlar yazmış ancak 90 yılında dizinden sakatlanması ve ardından 91’de omzunun kırılmasıyla 29 yaşında futbol hayatı bitmiş, 34 yaşında da jübilesini yapmıştır.

Oyuncuların oynadığı yıllarda futbol oynama için düşünülen en fazla yaş ise 33 civarlarındaydı. O yıllarda 30 yaşına basan oyuncular için üzülür, pek yakında bırakmak zorunda kalacak diye hayıflanırdık.

Yine o yıllarda 30 yaşını geçen oyuncular için yaşlı oyuncu denilmekteydi. Pek az sayıda oynayabilen bu oyuncular, parmakla gösterilirdi. Açıkçası 40 yaşında bir oyuncunun 16 yaşında bir gençle aynı performansta koşması da mümkün değildir. Bu nedenle o yıllarda kullanılan bu söylem yanlış değildir.

***

Öyleyse nasıl oluyor da günümüzde 30 yaşın üzerinde oyuncular neredeyse 30 yaş altı oyunculardan daha fazla hale geldi diyebilirsiniz. Açıkçası Hakikat başlıklı önceki yazımda bu hususu «Küresel çete yeni oyuncu yetiştirmekte zorluk çekiyor.» biçiminde değerlendirmiştim.

Bu nedenle 80’li 90’lı yıllarda oynanan hızlı, 90 dakika pres üzerine kurulu futbol anlayışı bütün dünyada terk edilmeye başladı. Bana göre Türkiye’de bu sisteme Galatasaray’ın UEFA kupasını kazanmasının ardından geçmeye zorlanmıştır. Yaşı yetenler hatırlayacaktır. Sözünü ettiğim sezon maç bittiğinde Galatasaray’lı oyuncular o kadar çok koşmuş ve baskı yapmış olurlardı ki konuşmaya dermanları kalmazdı. Bu kadar çok koşulan oyun içerisinde elbet 40 yaşında adamlara yer yoktu.

***

Oysa bu kadar çok koşulmazsa, baskılı oyun anlayışı terkedilse, hem sakatlıklar olmaz hem de Van Basten gibi oyuncular, sakatlanmadıkları için uzun yıllar oynayabilirlerdi. Bu oyuncuları izlemekten keyif alan izleyicilerin futbola ilgileri daha da artardı. Hem de bahis şirketleri oyunun senaryosunu dışarda hazırlayabilir, istedikleri zaman dışarıdan verecekleri işaretlerle senaryoda değişiklikler yapabilirlerdi. Örneğin henüz daha gol pozisyonu olmadan yan hakemin orta sahada beklemesi ya da türbinde bir çocuğun ağlaması, işaret fişeği olarak alınabilirdi.

Nicolas Anelka, Ariel Ortega, Dirk Kuyt, Roberto Carlos, Mathieu Valbuena, Pierre van Hooijdonk, Mateja Kezman, Robin van Persie, Nani, Raul Meireles, Alex De Souza gibi oyuncuları kadrosuna katan bir kulübün normal koşullarda yıllarca üst üste şampiyon olması beklenir.

Yine 90’lı yıllarda Beşiktaş takımını ciddiyetle takip eden ve oyunculardan biri oynamadığında sinirlenen, hatta bu işi abartıp oyuncuyu dövmeye kadar götürecek fanatik bir taraftar kitlesi bulunmaktaydı.

Şimdilerde ise oyuncu pek utanmaz bir şekilde topu ayağının altından kaçırabiliyor. Yıllarca çalışılan kademe yaklaşımını sözüm ona yanlışlıkla bozup golün önünü açabiliyor. Dolayısıyla istenen dakikada gol olabiliyor.

Hakikat peşindeki bu iki yazı sonrası okuyucularım umarım Dünya’nın gerçekliğine bir de bu gözle bakabilirler.