Nereden başlayacağımı bilemeden, gözlerimi uzaklara dikerim önce. Sanki yıllar öncesinden gelen bir ses kulağıma fısıldayacak gibi. Her şeyin başladığı o eski sokağı, o taş duvarlı evi, gölgesi uzun cümlelerle konuşan annemi, sessizliğiyle övünen babamı hatırlarım. Ama en çok da içimde konuşmayı hâlâ sürdüren o çocuk halimi...

Bir zamanlar herkesin evinde soba yanardı. Ve bizim evimizde, her akşamüstü, yanan sobanın üzerinde çaydanlık tıngırdarken, annem pencereden sokağı gözetlerdi. Bense defterime bir şeyler karalardım, kendimce hikâyeler. Hikâyelere benzettiğim hayatlar. O zamanlar kelimeler daha gençti, insanlar daha yorgun, ama hayallerimiz daha diriydi. Şimdi her şeyin yorgunluğu üzerime sinmiş gibi...

Biliyor musun?
Hayat bazen sessiz bir misafir gibi giriyor içeri. Ne zaman geldiğini anlayamıyorsun. Ama bir bakıyorsun, odanın köşesine oturmuş, senin yerine hatırlıyor. Unutmaya çalıştığın her şeyi tek tek önüme koyuyor. Eski bir mendil gibi, eski bir mektup gibi. Zamanın kuruttuğu bir ses gibi.
Ve işte o zaman susuyorum.
Çünkü bazı sessizlikler anlatılmaktan daha gürültülü...

Sorarsan bana, hayat ne zaman değişti?
Bir veda mektubunun postalanmadığı bir sabah...
Ya da konuşulmayan bir hakikatin arkasında sustuğum bir gece...
Belki bir yağmurun tam ortasında, şemsiye açmaktan vazgeçtiğimde...
Kim bilir...İnsan bazı anları yıllar sonra fark eder. Gecikmeli duygularla büyürüz biz. Bazen geç gelen bir pişmanlıkla, bazen unutulmuş bir aşkın kokusuyla...

Sonra bir sabah uyanırsın.
Cam buğulu. Yastıkta bir yarım düş. Aynaya bakarsın ve gözlerin değişmiştir.
Sanki geçmişin kendisi göz bebeklerine oturmuş gibi.
İşte o sabah, büyüdüğünü anlarsın.
Ve o andan itibaren, hiçbir sabah sana ait değildir artık.
Kalkarsın, çay koyarsın, giyinirsin, işe gidersin...
Ama içindeki sen, o eski günlerde kalmıştır.
İşte ben hep orada kaldım. Bir çocuğun yazmaya yeni başladığı ilk cümlede…

Sorarsan bana, kimi bekliyorsun hâlâ?
Belki gelmeyecek olanı.
Belki hiç gelmemiş gibi davrananı.
Ama asla unutulmamış olanı.
Çünkü bazı insanlar hayata bir iz bırakır.
Ne silinir, ne yeniden yazılır. Sadece kalır. Sessizce... Zamanla büyüyerek...
Ve biz yaşlandıkça, o izin kenarlarında dolaşır dururuz.
Ne onu silebiliriz, ne de onunla yüzleşecek kadar cesur olabiliriz.

Bu şehir...
Bu şehir de sorarsan, hiç değişmedi sanırım.
Ama artık eski sokaklarında yürümek başka bir şey istiyor insandan.
Cesaret mi, yoksa inkâr mı, bilmiyorum.
Bildiğim tek şey, anılar bazen insana evinden daha ağır gelir.
Özellikle de gece çökerken, geçmiş kendini daha çok hatırlatır.

Kimi zaman bir vapurun ardından bakıyorum.
Gidenlerin kim olduğunu bilmeden...
Ama her gidenin bir kalanı olduğuna inanarak.
Belki o kalan benim.
Belki de çoktan gidenim ben, kendi hikâyemden.

Sorarsan bana, hâlâ yazıyor musun?
Evet. Ama çoğunu yırtıyorum.
Çünkü bazı cümleler kâğıtta değil, kalpte kalmalı.
Bazı hikâyeler sadece yaşanmalı, anlatılmamalı.

Bazen düşünüyorum da, belki de bütün bu yazdıklarım,
Hiç söylenmemiş bir “özür”dür...
Belki bir teşekkür, belki de bir veda...

Ama her ne olursa olsun…
Sorarsan bana, hepsi “ben”im.
Ve “ben” dediğim şey,
Gerçekte kimsenin duymadığı bir sesten ibaret...