Dünya dediğimiz şu devasa sahne, yüzyıllardır insanlığın bitmek bilmeyen bir oyunu oynadığı, rollerin sürekli değiştiği ama perde arkasındaki kaosun hiç eksik olmadığı bir keşmekeşliktir. Gözümüzü açtığımız andan itibaren bu hengâmenin bir parçası oluruz; istemesek de, bazen gönülsüz, bazen hevesli… Fakat her hâlükârda bu karmaşanın tam ortasında yerimizi alırız.

Modern çağ, insan aklının en büyük buluşlarının, aynı zamanda en derin yalnızlıklarının da çağı oldu. Teknoloji gelişti, şehirler büyüdü, binalar yükseldi; ama insan küçüldü. Kalabalıklar içinde yalnızlıklar arttı. Herkesin sesi var ama kimse birbirini duymuyor. Herkes bir yere yetişmeye çalışıyor ama kimse nereye gittiğini bilmiyor. İşte tam da bu yüzden, keşmekeşlik sadece dışarıda değil, içimizde de hüküm sürüyor.

Toplum, etiketler dünyasına hapsolmuş bir halde yaşıyor. Başarı, sahip olunanla ölçülüyor; mutluluk, sosyal medya gülümsemeleriyle. Kimse kendi içinin çığlığını duymuyor artık. Herkes rol kesiyor, herkes bir şey olmaya çalışıyor, kimse olduğu gibi olmaya cesaret edemiyor. Çünkü bu dünyada sahici olmak, en büyük cesaret işidir. Maskesiz gezmek, çıplak kalmaktır kalabalıklar içinde.

İnsan, bazen sadece durmak ister. Bu koşuşturmanın, bu didişmenin, bu “ben de varım” savaşının dışında bir yere çekilmek ister. Ruhun yorgunluğu, bedenin yorgunluğundan daha ağırdır çünkü. Ne bir tatil, ne de lüks bir hayat bu yorgunluğu alabilir. Bir dost sesi, bir anlamlı bakış, belki bir şiir satırı… İşte gerçek iyileşme burada saklıdır. Ama bu keşmekeşlik dünyasında, o dinginliği yakalayabilmek neredeyse bir mucizedir.

Her sabah yeniden başlar karmaşa. Haberler, trafik, geç kalan hayaller, yitip giden umutlar… Ve biz, her seferinde bu kargaşayı bir şekilde yönetmeye çalışırız. Bazen susarak, bazen yazarak, bazen kaçarak… Ama hiçbirimiz tam anlamıyla huzura ulaşamayız. Çünkü bu dünya, bizi hep biraz eksik bırakır.

Ama insan tuhaftır… Bu keşmekeşin içinde bile güzellikler arar. En çok da karanlığın içinde ışığa susar. Çürümüş sokaklarda büyüyen bir çiçeğe sevinir mesela. Kalabalık bir caddede göz göze geldiği bir yabancıda teselli arar. Bazen bir çocuğun gülüşünde, bazen yaşlı birinin sessiz yürüyüşünde… Hayatın aslında hâlâ içinde umut barındırdığına inanmak ister.

Çünkü umut, bu karmaşanın en sessiz direnişidir.
Dünya bir türlü durmaz. Saatler geçer, insanlar değişir, sokaklar dönüşür, ilişkiler şekil değiştirir. Her şey akar. Ama içimizde bir şey hep yerinde kalır: Anlam arayışı. Bu arayış yüzünden geceleri uykumuz kaçar, sabahları uyanmak zor gelir. Bir "neden" ararız. Bu koşuşturmaya, bu savaşlara, bu yalnızlığa bir anlam yükleyebilmek isteriz.

Fakat çoğu zaman cevapsız sorularla baş başa kalırız.
İnsan çaresizliğini saklamayı öğrendi bu çağda. Gülen yüzlerin ardında kırık dökük hikâyeler var. Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Gözlerinin içi gülen birinin, kalbinin içi kan ağlıyor olabilir. Ama kimse kimseye "Gerçekten nasılsın?" diye sormuyor. Sorsa da, cevabını taşıyamıyor.

Keşmekeşlik, yalnızca kalabalıklar ya da şehirler değil. Bazen iki insan arasında da büyük bir kaos yaşanır. Birbirini anlayamayan yürekler, yavaş yavaş uzaklaşır. Aynı sofraya oturup farklı dünyalara bakan insanlar haline geliriz. Bir selamın, bir bakışın, bir “anlıyorum seni” deyişinin kıymetini unuturuz. Ve böylece, keşmekeş büyür… İçimizde yankılanan sessiz çığlıklarla.

Ama bu yazının tam ortasında durup şunu da söylemek gerekir: Her keşmekeş, kendi içinde bir düzene gebedir. Her karmaşa, sonunda bir denge arar. Tıpkı fırtınanın ardından gelen sessizlik gibi. Tıpkı gözyaşının arkasından doğan ferahlık gibi. Ve belki de bu yüzden, umut he