Gözyaşları, zamanla bir tür alışkanlığa dönüşür. Başlangıçta, her damla bir çığlık gibidir, ama sonra, gözler acılarını taşıyan eski bir dost gibi olur. Gözyaşlarının kıyısında, kalbin derinliklerinde bir yerlerde, kaybolmuş umutların yankıları çırpınır.
Bir zamanlar gülüşlerin paylaştığı anlar, şimdi sessizce gözyaşlarıyla yıkanır. Her damla, geçmişin bir belirtisidir. Her biri, kaybettiğin bir zamanın, yitirdiğin bir parçanın hatırlatıcısıdır.
Bir sabah, aynaya baktığında, gözlerinde hâlâ bir hüzün görürsün.
Belki de bu hüzün, geçmişin içinde kaybolan bir şeyin peşinden sürüklendiğinin farkında olmadan yaşandığı bir hüsrandır. Gözyaşları, o kaybolan şeyi bulmaya çalışırken, her damlada biraz daha kaybolur.
Bir şey kaybolduğunda, o şeyin ne olduğunu anlamadan, o eksikliği her geçen gün daha fazla hissedersin.
Ama bazen kaybolan şeyin adını koymak, onu geri almak mümkün olmaz. Geriye sadece gözyaşları kalır; yapraklardan düşen yağmurlar gibi, sessiz ama bir o kadar derin.
Zaman ilerledikçe, gözyaşlarının akışı durmaz. Belki de bu, acının bir tür sonsuzluğudur. Bir ruhun sınavı, içsel bir çatışmanın yansımasıdır.
Her gözyaşı, kaybolmuş bir şarkının melodisidir; notalar, acıyı sarar, sarar da sarar, ama hiçbir zaman tam olarak sona ermez. Hüzün, bir yıkım gibi başlar ama zamanla öyle derinleşir ki, sanki ona sahip olmak bir tür kimlik haline gelir.
Artık gözyaşları, sadece bir tepkiden öteye geçer; onlar bir yaşam biçimidir, bir ruhun taşıdığı ağırlıktır.
Ve en acısı da şudur: Gözyaşları, bazen kimseye anlatamadığın bir acıyı gösterir. Birileri bakar, ama anlayamaz; birileri dinler, ama hissetmez.
Çünkü acı, her insanın içinde farklı şekillerde yankı bulur.
Gözyaşları, sadece bir dışavurum değildir; onlar bir yalnızlığın, bir unutulmuşluğun, bir eksikliğin çığlığıdır.
Bazen gözyaşları devam eder, çünkü zamanla anlatılmayan her şey birikerek daha da büyür.
İçinde birikmiş o acıyı bir gün kimse görmez; o zaman, sadece gözyaşları kalır, son kalan anı, son kalan hatıra…