Gençliğim Ege’de geçti benim. İzmir’in uzak semtlerinden birinde, İzmir’e uzaktan bakan bir dağın yamacında bir mahallede geçti. Biraz tempolu yarım saat yürüseniz deniz ile buluşurdunuz.

Lakin uzaktı benim mahallem İzmir’e. Yürünecek kadar yakın, dokunulacak kadar sahici olsada uzaktı.

Denize duvarlarını yaslamış içleri rengarenk begonyalar ile izmir kokan apartmanlar, sofaları serin sık boyanmaktan yorgun eski ahşap konaklar, uzun aradan sonra nadiren denize çıkan küçük yalı çıkmaları, sabahları İzmir’in arsız yalı çapkınlarını şamatası, öğlen saatlerinde sıcaktan sersemlemiş kedilerin sırnaşık huzuru olurdu.

Akşam oldu mu sokakların gürültüsü artar, evlerden zeytinyağı ile pişen yemeklerin acımsı kokusu, telaştan unutulan malzemeleri getiren bisikletli bakkal çıraklarının bisiklet zilleri,küçük kamyonetlere konulmuş domates biber sayan satıcıların cızırtılı hoparlör sesleri birbirine karışırdı.

Gece ilerledikçe bahçelere, balkonlara, sokaklara taşan lezzetli mezeler ve alkol etkisi ile kahkahalar, radyolardan gramofonlardan çalınan eski şarkılar ve grup halinde bu şarkılara katılan insanlar olur ve gece sabahın ilk ışıklarına kadar devam ederdi.

Benim mahallem İzmir’e uzaktı.

Şehirde,fabrikalarda çalışan yorgun işçiler, alsancaktan ev temizliğinden dönen kadınlar, uzak meslek liselerinden evlerine dönen lise öğrencileri, eski ve gürültülü otobüslerden yorgun adımlar ile iner ve kirli sokaklardan kaybolurlardı.

Yeni yapılan apartmanlar, arada kalmış gecekondular, eski sanki dokunsan yıkılacak dükkanlar, bakkal ve kasaplar, fırınlardan sokağa taşan ekşi maya kokusu, evlerde küçük tüp ocaklarda pişen yemeklerin keskin baharatına karışırdı. 

Fakir ve bakımsız evler, soluk kirli sokaklar, karanlık ışıksız balkonlarda gizli saklı içilen sigaraların huzursuzluğuna karışan ayak üstü bir yaşam vardı.

Gençler hızlıca yemeklerini yer ve gizlice evlerinden kaçıp sokakta buluşur ve gerçek İzmir’e doğru hızlı adımlar ile yürürler, babalar çizgili pijamaları ile evde köşedeki yerlerini alır günün dertlerini konuşur bol bol sigara içerler, kadınlar bulaşığı halleder ve hızlıca sabaha hazırlanırlardı.

Sabahın ilk ışıklarında tekrar otobüslere doluşulup İzmir’ e çalışmaya gidileceği için erkenden yatan bir mahalleydi benin yaşadığım İzmir.

İşte bu iki İzmir’di eskiden Türkiye.

Bir kent ve onun kendi nefesi, kokusu ve hayatı, birde o kentin yanı başında o kentin hayali ile yaşayan bir başka kent.

Kendi içerisinde kuralları olan hangi mahalleden olursan ol o mahalleye aidiyetinin hiç silinmeyeceği bir kent yaşamı.

Kentin kenarından bir şekilde zenginleşip asıl kente geçsen de aslında yüzünde yazmasa da senin aidiyetin asla değişmezdi.

Beyninde sınırlanan sınırlardı yani seni çevreleyen.

Korkular, kabuğundan çıkarsan yaşamaktan korktuğun yeni şeylerdi.

Çok yıllar geçti o iki şehrin üzerinden. Önce asıl şehir bozuldu, yozlaştı, kalitesini yitirdi, rengi soldu.

Sonra ikinci şehir el değiştirdi. Ucuz kazanç,mahalle bilincini yok etti.

Mahalleler o anadolu kibarlığı ve yumuşaklığının yerine saldırgan soyunu kaybetmiş çetelerin kontrolüne geçti.

Artık kokularından anladığınız şehirler, estetik mahalleler, yerini ve gücünü bilen çalışkan insanların sokakları yok.

Artık hayatın tüm yükünü sırtlanmış sabah uykulu gözler ile işe giden o güzel kadınlar, sigara kokan cesur adamlar yok.

Artık sokaklarda  sevgililerini camlardan görebilmek için saatlerce bekleyen delikanlılar, sevdiği oğlanın mektubu yüzünden anasından dayak yemeyi göze alan o güzel gözlü kızlar yok.

Şehirler ve mahalleler olmayınca yaşam da yok anlayacağınız. Önce o güzel insanlar sonra mahalleler sonra o güzel şehirler gittiler.