Bir varmış, bir yokmuş… Eski zamanların birinde, bilgeliği ve sabrıyla tanınan bir derviş yaşarmış. Küçük bir dergâhta, el emeğiyle geçinir, insanlara doğru yolu gösterir, gönüllere ferahlık verirmiş. Ancak onun da içten içe bir dileği varmış: Bir gün gerçek hikmetin kapılarını ardına kadar açacak bir sırrı öğrenmek...
Günlerden bir gün, bir bilge zat dergâhına gelmiş ve ona şöyle demiş:
“Evlat, sabrın en büyük nimet olduğunu biliyor musun?”
Derviş, mahcup bir gülümsemeyle başını sallamış:
“Elbette bilirim, ama bazen sabır ne kadar sürmeli, nerede son bulmalı, işte onu bilemem.”
Bilge zat, derin bir nefes alıp uzaklara bakmış ve dervişe şu öğüdü vermiş:
“Eğer gerçekten sabrı öğrenmek istiyorsan, şu dağın ardındaki köye git. Orada yaşlı bir çiftçi var, onun yanında çalış. Eğer sabır gösterebilirsen, gönlünün muradına ereceksin.”
Derviş, söyleneni yapmış. Çiftçinin yanına varıp çalışmaya başlamış. Günlerce tarlada ter dökmüş, susuz kalmış, yorulmuş ama sabretmiş. Çiftçi bazen onu azarlamış, bazen işini beğenmemiş ama o, sabırla işine devam etmiş.
Aradan tam üç yıl geçmiş. Bir gün, yaşlı çiftçi dervişi yanına çağırıp demiş ki:
“Evlat, seni gözledim. Üç yıl boyunca hiç şikâyet etmedin, her zorlukta dirayet gösterdin. İşte şimdi sana öğreteceğim en büyük sır: Sabır, sadece beklemek değildir. Sabır, beklerken öğrenmek, olgunlaşmak ve olana razı olmaktır. Sen bunu başardın.”
Derviş, o an anlamış ki sabır sadece zamanın geçmesini beklemek değil, o süre zarfında olgunlaşmak, büyümek ve hayatın getirdiklerini kucaklamaktır. İçindeki huzuru bulmuş ve dergâhına dönerken artık gerçek sabrın ne olduğunu biliyormuş…
Ve o günden sonra derviş, hayatı boyunca sabrı sadece bir erdem değil, aynı zamanda bir ustalık olarak görmüş. Çünkü sabreden derviş, sonunda muradına ermiş…