Nerede ise günümüzün tamamının geçtiği gazete tahmini 250 metrekare civarında, bir yayın kuruluşu için ideal ölçülerde olan ofiste yanlış bilmiyorsak bol miktarda oda mutfak, banyo, iki tuvalet son derece geniş bir hol ve havalandırma bölümü ile iki balkon var.

Burada derdimiz gazetenin fiziki durumunu anlatıp kafa yormak değil, Bir kısım okuyucumuz “-Yüksel Ercan bize ne senin gazete ofisinden, banyondan, balkonlarından” diyebilirler ki , son derece de haklıdırlar.

İşin doğrusu başta elektrik –doğalgaz olmak üzere en temel ihtiyaçlarımız birden bire roket hızı ile yükselip zamlanmaya başlayıncaya kadar bizde gazetede kaç tane klima, kaç metre petek, kaç adet fırın, kaç tane ısıtıcı ile kaç tane buzdolabı olduğunun farkında değildik.

Geçtiğimiz yıl kış mevsimine yaklaştığımız zamanlarda bir doğalgaz ustasını çağırıp gerekli bakımları yaptırdıktan sonra kar yağmaya başladığında kombiyi sonuna kadar açtığımızı ve gazetenin cümle kapısından girenlerin “Yahu hamam mı işletiyorsunuz bu ne kadar sıcak bir yer” dediklerini çok iyi hatırlıyoruz.

Kış mevsiminde dışarıya çıkıp üşümenin bir anlamı yok diye düşünüp bir dostumuzun hediye ettiği “Çorba kazanında” daha çok Cengiz Akgün’ün keyfine göre sabahtan akşama kadar kaynayan çorbayı da içtiğimizi daha dün gibi biliyoruz.

Bunlarla birlikte daha çok demleme çay yaptığımız Isıtıcının yanına bizim Yavuz Ercan’dan küçük cam bardakla çay içmek en iyisi bunun için çaydanlık demlik ve iyi çay alıp nefis çay içelim” dediğinde elektrikli ısıtıcının yanına birde doğalgaz ile ısınan çaydanlık ve demliği konuşlandırmıştık.

Bütün bu ihtiyaçları giderdikten sonra da Yılmaz Işık “-Patron nasıl olsa çorba kaynıyor, daha büyük tencere-tava-kevgir vs.de alırsak belli zamanlarda sulu yemek yaparız Cengiz Akgün’ün keyfi gelirse belki spagetti de yapar” dediğinde onun istediği müştemilatı da ocağın yanına konuşlandırmıştık.

Geçtiğimiz yıl ve ondan önceki yıllar o kadar rahat bir hayat sürüyormuşuz ki kışın en soğuk günlerinde bile çalışan buzdolabının fişini çekmeye bile ihtiyaç duymamıştık.

Son bir aydır gazetenin holündeki 3 tavan lambasını “yakarız da açık unuturuz” diye sensörlü lambalar ile değişirdik.

Kış mevsiminin kendisini göstermesi ile birlikte sadece kendimizin oturduğu çalışma ofislerindeki peteklerin tamamını kapattık, kendi odalarımızdaki peteklerin ısısını da var olan en kısık dereceye getirdik.

İki buzdolabının fişini de “Kış günü soğuk su içeceğiz hasta olacağız bu işin sorumluluğunu alamayız” diye kökünden çektik.

Çalışma ofislerimizdeki aydınlatma lambalarını yalnızken kapatıyoruz ancak misafir yada misafirler geldiğinde sadece bir lambayı açabiliyoruz.

Ocağın hemen yanında duran Çorba kazanının fişini de çektik, Zira çorba kazanının sarf ettiği elektrik ucuza mal edebileceğimizi düşündüğümüz çorbanın maliyetini kat kat geçince “dışarıda yemek daha ucuza gelir” anlayışı ile Çorba kazanını da emekliye sevk ettik.

Bu kadar tasarrufun sonunda “güzelim çorba kazanından vaz geçmemeyi başaran insanlarız tencerede spagettide ne oluyormuş, spagettinin “yerli ve milli” olmadığı zaten isminden de belli en iyisi spagetti işinden de vaz geçmek” diyerek o işi de başlamadan sonlandırdık.

Bu kadar olumsuzluktan ve mecburi tasarruftan sonra birisi bize “-Yüksel Ercan yaşıyormusunuz.?” diye sorsa

Cevabımız “Yaşadığımızı sanıyoruz ama aslında ölmüşüz ağlayanımız yok” şeklinde olacak.

Zira bu olup bitenler bizi ölmekten daha kötü bir noktaya getirmiş durumda.