Hayatî bir öneme sahip bir konu, (tüm üniversiteler dâhil) her şeye sorgusuz-suâlsiz itaat ve biat eden, “gassal elinde meyyit” gibi olmayı içine sindirebilen bir zihniyete sahip insanlar, bireyler, öğrenciler ve akademisyenler mi yetiştireceğiz; yoksa aktif bir şekilde düşünebilen, sorgulayan, itiraz eden, eleştirel düşünceye sahip ve eleştirel düşünceye açık olabilen; akılları, beyinleri, dimağları, bugünkü pedagojik ve psikolojik tabirle kognitif (bilişsel) alanları ilimle mücehhez olan; teakkûl, tefekkür, tezekkür, tedebbür edebilen; ehliyetli, liyâkatli, ahlâklı, adâletli, şahsiyetli, seciyeli, edebli ve terbiyeli olan; ayrıca bu milletin ruh kökleriyle barışık vatanperver öğrenciler ve akademisyenler mi yetiştireceğiz?!..
İyi niyetle söylenmiş olmasına rağmen, öyle hamâset nutuklarıyla ve sloganik bir şekilde “dindar” nesiller yetiştireceğiz söylemleriyle maalesef bu işler olmuyor.
Olmadığını üniversitelerdeki öğrenci ve akademik kadrolar üzerinde yapılacak olan objektif araştırmalar ve yapılacak tarafsız gözlemlerle herkes yakından görebilir ve anlayabilir.
Onu için dindar (dini-dar) nesiller değil de; ilimle iştigâl eden, zamanının önemli bir kısmını bilimsel çalışmalara ayıran (yemek yemeyi dahi zaman kaybı olarak niteleyen Fuat Sezgin’ler gibi), dürüst, karakterli, şahsiyetli, şerefli, haysiyetli, Müslümanlığı oradan-buradan değil de, Allah’ın Rasûlü’nün yaptığı ve Cat Stevens (Yusuf İslâm)’ın dediği gibi Kur’an’dan öğrenmiş olan “Hakiki Müslüman Nesiller” (öğrenci ve akademisyenler) yetiştirmek esas olmalıdır.
İşin erbâbı ve uzmanları çok iyi bilir ki; gelinen nokta itibariyle genelde eğitimin, özelde de yükseköğretimin, yani akademi ve üniversitelerin ruhu ölmüş, geriye cesedi kalmıştır.
Çünkü öz gitmiş, kabuk kalmış;
cevher gitmiş, âraz kalmış;
mazruf gitmiş, zarf kalmış;
mahiyet gitmiş, satıh kalmış;
eşyanın (varlığın) tabiatına (ontolojik yapısı/fıtrat kanunları) nüfuz etmek gitmiş, zevâhiri (görüntüyü) kurtarmak kalmış;
cereyan eden olayların sebepleri üzerinde durmak ihmâl edilmiş, sonuçlarına takılıp kalınmış; olguların aslına vâkıf olmak gitmiş, şekilcilik bâki kalmıştır.
Hâlbuki bilimsel çalışmalar orjinaldir, böyle de olmak zorundadır. Yapılan bilimsel çalışmalarla bilim dünyasına yeni fikir, düşünce ve açılımlar (inivasyon) getirmek zorunluluğu vardır.
Ülkeler ancak böyle kalkınabilirler ve böyle ileriye gidebilirler. Medeniyetler ve uygarlıklar ancak böyle inşâ edilebilir. Ama genellikle bizde şekilcilik ve tekrar vardır.
Her ne kadar “et tekraru ahsen, velev kâne 180” denilmişse de, tekrarla ilgili bir örnek daha vardır; “benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” şeklindedir.
İşte bizim üniversitelerde öğrencilere yüksek lisans ve doktora tezleri yaptırılırken genellikle tekrara düşülüyor. Çünkü benzer tezler çok yaptırılıyor ve şekilcilik ön plâna çıkarılarak özden, esastan taviz veriliyor.
Öz ihmâl edilmiştir, Ancak özün, şekle kurban edilmemesi lâzımdır. Asıl olan zarf değil, mazruftur.
Avrupalılar tarafından modern tıbbın babası sayılan ve kendi dillerinde “Avicenna” dedikleri İbni Sina’yı mı, büyük filozoflar Farâbî, İbni Rüşd, el Kindî’yi mi, büyük âlim İmam Gazzalî’yi mi, meşhur sosyolog ve tarihçi İbni Haldun’u mu, Ali Kuşcu, el Harezmî ya da Bîrûnî’yi mi, hangi birisini zikredelim ve sayalım?
Ya şimdikiler?!..
Demek ki şekilcilikle, aşırı formalitelerle bir şey olmuyormuş!..
Demek ki kabuk değil, öz önemliymiş!..
Demek ki zarf değil, mazruf önemliymiş!..
Demek ki hamamda suyu alıp baştan aşağıya şeklî olarak dökmek yetmiyormuş!
Arşimet gibi suyun özüne, cevherine, fıtratına, ontolojik olarak yapısına ve tabiatına nüfuz etmek gerekiyormuş!..