Son dönemlerde millet olarak üst üste yaşadığımız problemler dolayısı ile herşeyin üstümüze üstümüze geldiğini düşünür olduk, bir türlü çözemediğimiz sorunlar ile baş etmeye çalışırken sınırlarımızın hemen yanı başında meydana gelen karışıklıklar sonrası sorun yaşayan ülkelerde “Nasıl olsa Türkler gelir bizim problemlerimizi çözer” beklentisi dolayısı ile nerede ise yedi cephede birden savaşmakta olduğumuz günlerdeyiz.
Hal böyle olunca sınırları içerisinde yaşadığımız bu zor coğrafyada, karşı karşıya kaldığımız zorluklardan kurtulma adına verdiğimiz olağanüstü mücadeleyi bizimle birlikte bütün dünya takip ediyor.
Ancak biz ne kadar zor durumda olsak bile mazlum milletlerin koruyucusu olarak bilinen Türkiye Cumhuriyeti'ne umudunu asla kesmeyen Türk-İslam coğrafyası bizim yaşadığımız sorunlardan kurtulmamız adına gece gündüz dua ediyor.
Aliya İzzetbegoviç bizim için "Tabuta konmuş olsa da toprağa gömülmediği sürece Türkler tek güvencemizdir" diyerek Türk milletinin mazlum milletlerin sığınacağı ne kadar büyük bir liman. Arkalarında duracağı kocaman bir kale duvarı gibi olduğunu, bu yüzden de bütün mazlum milletlerin umudu olan Türkiye Cumhuriyeti’nin süper güç olmak gibi bir mecburiyetinin olduğunu hemen her platformda anlatmaya çalışıyordu.
12 Eylül ihtilal günlerinde mecburi ikamet olarak gitmek zorunda kaldığımız Avrupa’da, dünyanın pek çok ülkesinden bir şekilde bizim gibi Avrupa ülkelerine gelmek zorunda kalan insanlar ile konuşup kendimizi "Biz Türküz ve kendimizi Avrupa'nın bir parçası olarak görüyoruz" diye takdim etmemize rağmen, etrafımızda bulunanların bir tamamı sanki ağız birliği etmişcesine "Hayır sen Avrupalı değil, yüzde yüz Asyalı’sın. Bulunduğun coğrafya da zaten Avrupa değil daha çok Asya" cevabını veriyorlardı.
O zamanlarda da şimdi de bizim Asyalı olmaktan asla gocunmadığımızı hatta çok sevdiğimiz dostlarımız için "Sen Orta Asya’nın emaneti, çekik gözlüm" ifadesini bir ömür boyu kullandığımızı yakın çevremizde bulunan herkes bilir.
Ancak başta rahmetli Aliya İzzetbegoviç olmak üzere dünyada yaşayan milyarlarca Türk-İslam nüfusunun tek umudu olan Türkiye Cumhuriyeti’nin de kendisinden beklenilenleri yerine getirebilmek adına Avrupalı gibi olması daha da önemlisi Avrupalı gibi düşünmesi gerekiyor.
Şu sıralar hepimiz biliyoruz ki artık dünyada savaşlar topla-tüfekle yapılmıyor. Elbette bu zor coğrafyada tutunabilmek adına kuvvetli bir orduya, son derece modern savaş araç-gerecine ihtiyaç var. Ancak Arap Baharı denilen ve ülkelerin sınırlarını, başkanlarını, yönetimlerini değiştiren kasırganın bir sosyal medya hesabından başladığı gerçeğini de unutmadığımızda iş yine dönüp dolaşıp teknolojiye dayanıyor.
Biz bu yüzden attan inip terene binmekte geç kaldık ifadesini çok ama çok önemli buluyoruz. Trene binememe hadi biraz yumuşatalım trene geç binme ifadesinin altında anayasanın ülkemize Magnakarta’dan 600 yıl, matbaanın 300 yıl gecikmeli gelmesine bağlı olarak binlerce olumsuz etken sayabiliriz.
Kabul etmek gerekir ki bizim mazlum milletler olarak bildiğimiz devletlerin tamamının ayakları üzerinde duran, etrafına güven veren bir Türkiye’ye her zamankinden daha fazla ihtiyacı bulunmaktadır.
Dikkat edin en basit hali ile başta Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş, Trabzonspor başta olmak üzere diğer kulüplerimizin futbol, basketbol, voleybol milli takımlarımızın bir başarısından hemen sonra, seyircilerimizin yurt içinde meydanlara döküldüğü an da Kosova’da, Üsküp’te, Bakü’de, İslamabad’ta, Yeni Delhi’de, Bişkek’te, Astana’da, Buhara’da daha da açık bir ifade ile dünyanın neresinde kendisini müslüman ve Türk hisseden kim varsa tamamı sokaklara dökülüyor, bizim sevinçlerimizle keyifleniyor, bizim dertlerimizde hüzünleniyorlar.
Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyeti’nin bugün kendisinden çok, dünya üzerinde var olan kardeşlerine katkı sağlamak adına, bu zamana kadar bir şekilde kaybettiği zamanı, bundan sonra çok daha kısa bir zaman zarfında kazanması ve aradaki yüz yıllık, iki yüz yıllık geç kalmış mesafeyi de kapatmak zorundadır.
Türkiye Cumhuriyeti’ne dolayısı ile Türk milletine bağlanan umudu en güzel bir şekilde Yavuz Bülent Bakiler’in 'Bizim Türkümüz' isimli şiirinde görüyoruz.
Bakiler Türk-İslam coğrafyasının içerisinde bulunduğu zorluğu;
“Kerkük'te kurşunlar ansızın bizi vurur
Sürüklenir sokaklarda başsız cesetlerimiz
Zulüm bir hançer gibi içimize oturur
Bir mağara devrinden arta kalan insanlar
Kerkük'te kan kusturur...
Uzar gider bir sessizlik içinde
Bir uçtan bir uca Türkistan toprakları
Beyaz altın dediğimiz pamuk tarlalarına
Çöreklenir yedi başlı kızıl yılan
Baş kaldırsa esarete yeni bir Osman Batur Han
Bebekler bile vurulur beşiklerinde
Kana boyanır Türkistan. “
dizelerinde kardeşlerimizin nasıl zor durumda olduğunu adeta tokat gibi yüzümüze vurur, bu yüzüstü durumunu da Necip Fazıl 'Yüzüstü çok süründün ayağa kalk Sakarya' diyerek Türkiye’nin ayağa kalkması ile dünyadaki pek çok mazlum milletin kaderinin de değişeceğini anlatmaya çalışır.
Dışarıda mesafe alabilmek ve kaybettiğimiz zamanı kazanabilmek adına içeride bir olmak-beraber olmak-aynı noktaya koşmak, Aynı sevinçler etrafında toplanmak, aynı üzüntüler ile dertlenmek gibi bir hedef birliği koymak mecburiyeti vardır, Ancak siyasetin bu kadar ortadan bölündüğü bir Türkiye’de sözünü ettiğimiz ihtiyacımız olan Teknolojiye nasıl kavuşacağımızı ve kavuşacağımız teknoloji ile mazlum milletlerin hayatına olumlu yönde nasıl katkı sunacağımızı bilemiyoruz.
Türkiye artık uzun yıllardır üzerinde olduğu attan çok çabuk bir şekilde inip trene binmeli yani Teknoloji ile çok kısa bir zamanda tanışmalıdır, Bize hiçbir faydası olmayan, kısır iç çekişmelerden bir an önce vaz geçilmeli, seviyesine gelmeye çalıştığımız Avrupa ülkelerinin takip ettiği yolu izleyerek hedeflediğimiz amaca ulaşmalıyız.
Hollanda’da, Almanya’da bugün artık dev olmuş pek çok ülkede petrol yok, yer altı ya da yer üstü maden yok ancak bu ülkelerde akıl var, teknoloji var, bilim var. Teknolojiyi takip eden, çağı yakalayan ve trene binmeyi başaran bu ülkeler şu sıralarda sınırları içerisinde yaşayan vatandaşlarına en iyi hayatı sağlamanın peşindeler.
Hal böyle olunca bizde uzun yıllardır kendimize hedef koyduğumuz Beyaz Saray’ın bahçesinde atımıza ot yedirme ülküsünden vazgeçmemekle beraber, artık bu yolculuğun at ile olmayacağının farkına vardık, trene bineceğiz.
Beyaz Saray'a trenle gitmek için çözüm aradığımız doğrudur…