Tarihimiz nice mazlumların katledilişine şahittir ki bunlardan birisi olan Nesimi: aldığı tasavvuf eğitimi dolayısıyla görüşleri yöneticileri rahatsız etmeye başladığında, takip edilmiş ve Mısır Çerkez kölemenleri hükûmdarı El-Müeyyed Şeyh’in emriyle Şam’da derisi yüzülerek öldürülmüştür. Cesedinin bir hafta halka gösterildiği, ayrıca öldürüldükten sonra derisini omzuna alıp 7 kapıdan aynı anda çıktığı rivayet edilir. Ama ölümünden bu yana en yanık türküleriyle adı dillerde dolaşır.
Pir Sultan Abdal: 16’ncı yüzyılda yaşayan Halk şairinin Asıl adı Haydar’dır. Yaşantısının büyük bölümü, Sivas ilinin Yıldızeli ilçesine bağlı Banaz köyünde geçti. 16’ncı yüzyılın ikinci yarısında Sivas çevresinde boy gösteren Alevi-Bektaşi kökenli ve İran yanlısı mezhep olaylarına karıştığı gerekçesiyle. Sivas Beylerbeyi Deli Hızır Paşa tarafından Pir Sultan astırıldı. Onun da Nesimi gibi bugün türküleri dilden dile dolaşmaktadır.
Hallac-ı Mansur: Tasavvufi görüşleri ve özellikle “Enel Hak” (ilah benim) ifadesi nedeniyle büyük tepki çekmiştir. 922 yılında Abbasi Halifesi el-Muktedir'in emriyle tutuklanmış ve Bağdat'ta yargılanmıştır. Hallacı Mansur, yaptığı savunmalarda görüşlerinin tasavvufi anlamlarını açıklamaya çalışsa da, mahkeme tarafından suçlu bulunmuş ve ölüm cezasına çarptırılmıştır. Hallacı Mansur, Bağdat'ta halka açık bir alanda işkenceyle öldürülmüştür. Önce kırbaçlanmış, ardından uzuvları kesilerek infaz edilmiştir. En sonunda idam edilerek cansız bedeni yakılmış ve külleri Dicle Nehri'ne atılmıştır. Hallac'ın türbesi Bağdat'tadır. Hallacı Mansur'un trajik ölümü, İslam dünyasında derin izler bırakmış ve onun mistik öğretileri yüzyıllar boyunca tartışılmaya devam etmiştir. Eserleri ve düşünceleri, hem tasavvuf çevrelerinde hem de İslam düşünce tarihinde önemli bir yer tutmaktadır. Birçok İslam ülkesinde türbeleri vardır. Bunların hepsi makamdır. Yedi adet olduğu söylenen bu türbelere Hallac-ı Mansur makamı denmektedir. Çanakkale'nin Gelibolu ilçesinde bulunan türbe de bu yedi makamdan biridir.
Dreyfus Davası: İnsanlık tarihinin büyük dramlarından biri tarihe Dreyfus Davası olarak geçer. 1894-1906 yılları arasında, Fransız kamuoyunda büyük çalkantıya neden olan, hukuka aykırı bir siyasal skandal olan bu davadan kısaca söz etmemiz gerekirse:
Fransız Haberalma Servisi, Paris’teki Alman askeri ataşesinin kâğıt sepetinde yaptığı bir araştırmada, Fransız milli savunmasına ait gizli belgelerle ilgili imzasız bir yazı bulunduğunu açıklar. (hafızamızı biraz kurcalayacak olursak bu imzasız kâğıtlara bizim de aşina olduğumuzu hatırlayacaksınız.)
1894’te bu imzasız kâğıttaki yazının, el yazısına benzerliği iddiasıyla Fransız ordusunda subay olan Yahudi asıllı Dreyfus suçlanır. Genelkurmay Askeri Mahkemesi’ne gönderilen Dreyfus, kendisine gösterilmeyen belgelere dayanılarak ömür boyu hapisle cezalandırılır ve bir adaya sürgüne gönderilir.
Ünlü Fransız yazar Emile Zola, konu üzerinde inceleme yapar ve 4 yıl sonra 1898’de Fransız Cumhurbaşkanı’na hitaben “Suçluyorum!” başlığıyla bir mektup yayımlar. Zola, bu açık mektubunda, Dreyfus’u kanıt olmaksızın mahkûm ettiği için Genelkurmay Askeri Mahkemesi’ni ağır bir dille suçluyordu. Dava kamuoyuna yansıdı. Bu suçlayıcı açıklaması nedeniyle bu kez yazar Emile Zola bir yıl hapis ve 3000 frank para cezasına mahkûm edildi. Ancak Zola’ya verilen bu hapis cezası Fransız kamuoyunu ikiye böldü. İnsan hakları, kişisel özgürlük savunucuları, solcular, demokrat aydınlar bir yanda, “vatanın yüksek menfaatlerini” düşünenler öte yanda yer aldılar.
Kamuoyunun baskısı sonucu Dreyfus’u suçlayan belge bilirkişi heyetine gönderilir ve Dreyfus davasının omurgasını oluşturan, suçlayıcı, imzasız belgenin sahte olduğu ispatlanır. Bu sahte belgeyi düzenleyen Albay Henry baskılara dayanamayıp intihar eder. Yargıtay, davanın yeniden bakılmasına karar verir. 1899’da Dreyfus, Harp Divanı’nca yeniden yargılanır. Yargıtayı tarafından Dreyfus’u mahkûm eden ilk karar iptal edilir. Dreyfus aklanır, yeniden orduya alınarak “Legion D’honneur” nişanı ile ödüllendirilir.
M.Ö. 400 yıllarında Atina’da yaşamış olan ünlü filozof Sokrates: kullandığı diyalektik metotla ve soru sorarak insanların gerçek bilgiye sahip olmadıklarını kanıtlıyordu. Nesnel düşünceye ulaşmayı sağlayan yolun insanın kendi aklı olduğunu savunuyordu.
Gelenekleri sarsmak, sitenin tanrılarından farklı tanrıları yüceltmek ve gençliği yoldan çıkarmak suçlamasıyla hakkında dava açıldı. Kurulan özel mahkemede yargılandı, ama düşüncelerinden ödün vermedi, sonunda ölüme mahkûm edildi. Baldıran zehrini içerken, başı dik olarak ölümü soğukkanlılıkla karşılayan Sokratesi bugün 2400 yıl önce mahkûm eden mahkeme olumsuz bir biçimde yargılanıyor ama Sokrates aklın terazisinin öne çıkarılması bağlamında taçlandırılıyor.
Galileo’nun yargılanması: Kuşkusuz, insanlık tarihine geçen bir başka büyük dava, ünlü İtalyan fizikçi ve astronom Galileo Galilei’nin yargılandığı davadır.
Galilei, dünyamızın sanıldığı gibi evrenin merkezi olmadığını, tersine uzaydaki yıldızların güneşin çevresinde dolandığını gösteren bilimsel kanıtlar ortaya koydu. Herkesin anlaması için Latince değil, İtalyanca yazdığı ‘Konuşmalar’ adlı kitabında bu konuları işledi... Ama kutsal kitap İncil’in dediklerine ve dinsel dogmalara karşı çıktığı ve “Dünya Güneş’in etrafında dönüyor, Güneş, Ay ve yıldızların tüm evrene hizmet etmekten başka işlevleri yoktur” dediği için, 1633 yılında “din dogmalarına karşı geldiği” gerekçesiyle Papalık tarafından özel olarak kurulan Roma Engizisyon Mahkemesi’nin önüne çıkarıldı.
Roma Engizisyon Mahkeme Kurulu özel giysileriyle kürsüde yerlerini almıştı. Galile, savunmasında “beden sağlığının acınacak durumda” olduğundan ve yaşlılığından söz etti. Bu durum, bütün dünya ansiklopedilerinde şöyle betimleniyor:
“Roma Katolik Kilisesi’nin müthiş gücü 69 yaşındaki ihtiyar Galilei’ye karşı mevzilenmişti.”
Engizisyon mahkemeleri çok gaddardı. Zaman da çok zalimdi, diri diri yakılma kararlarını göz kırpmadan veriyorlardı.
İşkence ve diri diri yakılma tehdit ve baskısı altındaki ünlü âlimden, uğruna ömrünü harcadığı “Dünya’nın Güneş çevresinde döndüğü” yolundaki düşüncesini reddetmesi isteniyordu.
Sonunda Galilei, diri diri yakılmaktan kurtulmak için diz çökerek “biat” etmek zorunda bırakıldı.
1633 yılında sadece 20 gün süren davada Galilei, yargıçlar önünde diz çöküşten doğrulurken, ayağını sessizce yere vurmuş ve “Eppur, si muove!” (Ama yine de Dünya dönüyor) demişti.
Biat ettiği için diri diri yakılmaktan kurtuldu. Ömür boyu hapse mahkûm oldu, Büyük Dünya Sistemi Üzerine Konuşmalar adlı eseri yasaklandı ve yakıldı.
Ama ne değişti? Bugün o Engizisyon Mahkemesi lanetle anılıyor, Galilei ise dünya bilim tarihinin en üst noktasında yaşıyor.
***
Bütün bunları anlatmamdaki maksat, tarihten hiç ders alınmamış gibi bugün geçmişteki haksızlıklara rahmet okutan olaylara şahit oluyoruz.
Gün geçmiyor ki haksız yere siyasiler, toplumun ileri gelenleri, gazeteciler tutuklanıyor. İnsanlar meraklanıyor acaba yarın sıra kime gelecek?
Göstere göstere kayırmacılık(Nepotizm)…Hâkim ve savcı atama kuraları siyasetin gölgesinde Beştepe’de çekiliyor. Orada Kura çekiminin devam ettiği anlarda AK Parti Grup Başkanvekili Özlem Zengin, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a dönerek: "Sayın Cumhurbaşkanım, kurada hemen göremeyeceğiz ama yeğenimin de adını telaffuz etmek istiyorum. Benim yeğenim hiç olmazsa bir selam versin size. Kurada da adını görürüz. Arif Dağhan, Arif'ciğim neredesin? Biraz sonra yerini öğreniriz. Çok teşekkür ediyorum Sayın Cumhurbaşkanım." Memlekette işsizlik tepe yapmışken, birçok okumuş gencimiz yurtdışına gitmek için yabancı konsolosluklara müracaat ederken, mülâkatlarda hak edenler elenirken, hatta bazı gençler yapılan haksızlıklara dayanamayıp intihar ederken, milletin gözünün içene baka baka böyle bir şey olacak iş değil… tuzun koktuğu yerin merkezindeyiz.
Avustralya’da bir bakan öğle yemeğine makam aracıyla gittiği için memlekette kıyamet kopuyor. Ve o bakan halkından özür dileyerek aracın yakıt masrafını ödüyor ve istifa etmek zorunda kalıyor. Bizimkiler ise Cuma Namazına dahi makam aracı ve koruma ordusuyla gidiyorlar. Bu fakir milletin parasını harcadıklarının farkında bile değiller.
İnsanımız makam sahibi olduklarında egosuna ve zaaflarına yeniliyor. Davası olmayan davacıların, memleketin asıl davası onların oyuncağı haline geliyor. “Yerli ve Milli, Ezan susmaz Bayrak inmez” kof slogan milliyetçiliği bunların tek sığınağı.
Ve mazlumlar haykırıyor hep bir ağızdan: “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri helak eder misin Allah"ım!" A’râf Suresi / 155