Gebze’den hemen herkes şikayetçi, Kentin son derece kalabalık olması, artan olağanüstü nüfus dolayısı ile artık kimsenin kimseyi tanıyamaması, Gebze’nin hemen yanı başında olmasına rağmen biraz trafik sıkışıklığı birazda yorgunluktan olsa gerek İstanbul ile yeteri kadar entegre olamaması, buna karşın Gebze’de yaşayanların kendilerini Kocaelili olarak görmemeleri kentin olumsuzlukları olarak sıralanabilir.
Bu kadar olumsuzluğa rağmen bırakın Türkiye’yi, dünyanın geçiş yollarının tam üzerinde olması Deniz-Kara ve Demiryollarına mesafenin en fazla beş dakika, Havaalanına da bilemdiniz 15 dakikalık mesafede bulunması Gebze’yi cazip hale getiriyor bu artıları dolayısı ile de Gebze’ye gelen bu kenti bir daha terk edemiyor.
Biz 1985 yılında Gebze'ye geldik. Aslında asıl niyet İzmit’e yerleşmekti, hatta o günlerde ticaret yapmak adına İzmit merkezde bir işyeri kiralamış, kaparo vermişken bir dostumuzun "istersen bir de Gebze’ye bakalım, burası tamam. Hiç değilse yarın keşke Gebze’ye de baksaydık dememek adına birkaç saat dolaşıp gelelim" teklifine "Evet gidip bakalım" dediğimizde haberimiz olmadan hayatımızı tesadüfi bir şekilde Gebze’de geçirme kararını da almış olduk.
Bir akşam üzeri Gebze’ye geldik. O zaman Eski çarşı ve Yeni çarşı diye bildiğimiz iki noktayı gördükten ve Yeni Çarşı’da bir arkadaşımızdan "Artık iş yapmayacağım, yoruldum. İsterseniz bu işyerini size devredeyim" teklifini alınca "Hayırlısı Allah’tan" dedik.
İşyeri sahibi ile el sıkıştık İzmit’te işyerini kiralamak için kaparo verdiğimiz arkadaşımızı da arayarak, "Biz Gebze’de iş yapma kararı aldık, sizin oradan vazgeçtik, verdiğimiz kaporayı da bize iade ederseniz seviniriz, vermezseniz helal hoş olsun” dedik. Arkadaşımız da “Böylesi durumlarda kapora yanar" cevabını verince bizim bugüne kadar olan Gebze maceramız da başlamış oldu.
İşyeri sorununu çözdükten sonra Gebze’nin iyi sayılabilecek mahallelerinden birisinde aldığımız iki katlı binanın üzerine iki kat daha çıkınca, “Türkiye’de babamızın memuriyeti dolayısı ile epey bir memleket dolaştık ancak anlaşılıyor ki Gebze bundan sonraki hayatımızı devam ettireceğimiz ve sonlandıracağımız yerleşim merkezi olacak” kanaatine vardık.
1985 yılından itibaren yurt edindiğimiz Gebze’nin bir mahallesinde başlayan yaşantımız sırasında evlendik. Çocuklarımız, bütün aile fertlerimizin bir arada yaşadığı dört katlı binada dünyaya geldi. O evde okula başladılar. Asfaltın bu kadar fazla olmadığı dönemlerde çocuklar yerden aldıkları avuç avuç toprağı ya da inşaat yapmak için evimizin önüne yığdığımız kumu başlarından aşağıya dökerek, toprağın ne kadar mübarek, ne kadar vazgeçilmez bir varlık olduğunun farkına vardılar.
Henüz doğalgazın Gebze’ye gelmediği günlerde Ağustos ayının sonları, Eylül ayının başlarında babamın olağanüstü baskısı ile evin altındaki kömürlüklere tıka basa doldurduğumuz odun ve kömürlü günleri, o odun ve kömürün yandığı kuzine diye bildiğimiz sobanın üzerinde pişen yemekleri, sürekli kaynayan suyu, sobanın alt tarafındaki fırına attığımız patateslerin muhteşem tadını, tepsiler içerisindeki muhteşem böreklerin tadını bugün bile unutmuş değiliz.
Biz bütün ailemizin bulunduğu dört katlı binanın en üst katında ikamet ediyorduk. Aşağı yukarı bir oturma odasından daha büyük olan balkonda komşuların da izni ve hoşgörüsüne sığınarak yaktığımız mangal ateşi mahalleyi toza dumana katmasına rağmen, işin sonunda dumana boğduğumuz komşular ile birlikte yediğimiz isli etlerin tadı arttık hiçbir yerde yok.
Yıllar birbiri ardına sürüp giderken bir gün babamın kalp krizi geçirip hayatını kaybettiğini duyduğumuz an hayatımızın her anında bize mutluluk veren evimizin, hayatın akışı içerisinde mutsuzluk kaynağı olabileceğini de öğrenmiş olduk.
Dolayısı ile bütün aile fertlerinin bulunduğu evden ilk çıkan cenazenin babamızla sınırlı kalacağını düşünürken, bankacı olan en küçük kardeşimizi de bir trafik kazası sonucu evden uğurlayınca dünyamız biraz daha kararmış oldu.
Aradan yıllar geçti. 17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelen ve "Asrın felaketi" olarak adlandırılan Marmara depreminde bizim binamız da hasar gördü. Bir imkân çıkıp ta Gebze’nin tam orta yerinde ve zamanın şartlarına göre inşa edilmiş bir bina alma imkânı çıkınca yaklaşık 28 yıl ikamet ettiğimiz ve her tarafın milyonlarca anı ile dolu evimizi bırakıp yeni evimize taşınma gereği ortaya çıktı.
28 yıl ikamet ettiğimiz evden taşınacağız söylentileri her geçen gün biraz daha fazla dillendirilmeye başlanınca önce rahmetli annem, sonra da başta bizim çocuklarımız olmak üzere bütün hane halkı "Biz kesinlikle buradan gitmeyiz, hayatımız burada geçti. Bütün arkadaşlarımız, bütün komşularımız burada. Yeni bir yere nasıl uyum sağlayacağız?" diye bir miktar anarşi çıkarmaya tevessül ettilerse de kaçınılmaz olay gerçekleşti ve biz 28 yıllık anılarımızı deprem yorgunu binamızda bırakıp yeni evimize yerleştik.
İlk zamanlar İstanbul ya da İzmit tarafından eve gitmek için aracımızla Gebze’ye girdiğimizde direksiyonu eski evimize doğru çevirdiğimizi ve son dakikada "Yahu biz buradan taşındık, burası artık bizim evimiz değil" diyerek direksiyonu yeni evimize doğru kırdığımızı hatırlıyoruz.
Geçtiğimiz gün çocuklara "Buraya taşınalı nerede ise 7 yıl oldu, alıştınız mı yeni eve?" diye sorduğumuzda çocuklar sanki ağız birliği etmişçesine "Hayır alışmadık. Arkadaşlarımız, oyuncaklarımız ve bisikletlerimiz eski evimizde kaldı. Arkadaşlarımızı çok özlüyoruz. Hem sen eski evde haftada iki gün terasta mangal yapıyordun, burada mangalı unuttuk, zaten kimse de mangalın dumanına izin vermiyor, hemen şikayet ediyorlar” şeklindeki itirazlarına içimizden hak verdiysek te en sonunda "İyi de aradan 7 yıl geçti, arkadaşlarınızın tamamı da 7 yıl daha büyüdü. Pek çoğu liseyi, hatta üniversiteyi bile bitirdi, zaten eski mahalledeki evlerin çoğu da müteahhitler vasıtası ile yıkıldı. Yeni binalar yaptılar, mahalleye gitsek komşuları da bulamayacağız. Hatıralarımızla dolu evleri de göremeyeceğiz. Süreç evleri de, komşuları da, geçmişimizi de, geçmişimizle ilgili hatıralarımızı da yerle bir etti, aldı götürdü" cevabını verdik.
Özellikle büyükşehirlere doğru bir türlü durdurulamayan göç tek katlı evlerimizi yerle bir etmekle kalmadı. O evler ile birlikte belki elli yıllık, yüz yıllık hatıraları da yıktı geçti. Tek katlı evlerin yerine inşa edilen çok katlı apartmanlar vesilesi ile birbirlerini tanımayan, bayramda seyranda bile sadece asansörlerde selamlaşmak zorunda kalan toplulukların oluşmasına sebep oldu.
Eski günlerimizi, eski evlerimizi, eski komşularımızı, komşularımızla olan muhteşem ilişkilerimizi tekrar bulmak, o günleri yeniden yaşamak artık mümkün değil. Değişen şartlar dolayısı ile tek katlı ve bahçeli evlerimiz de yok. Evlerin önünde yağmur yağdığı zaman bize müthiş bir keyif veren toprağın kokusu da yok, zira artık her yer beton ve asfalt kaplı.
Ara sıra gençliğimizin en güzel günlerinin geçtiği, belli zamanlarda kaybettiklerimiz yüzünden çok büyük acılar yaşadığımız evimizi ziyaret edip geçmişi tekrar yaşamak istiyoruz. Ancak hatıralar ile dolu olan evimizin yerinde çok katlı bir apartman görünce de "Beklediğimiz bu değildi" diye anında karar değiştirip ziyareti bir başka zamana öteliyoruz.
Herkes eski günlerini, eski komşularını, eski anılarını özlüyor, ancak artık eskiye göre daha hızlı bir şekilde akıp giden zaman bütün değerlerimizi kesinlikle bulamayacağımız 'Kaf Dağı'nın' arkasına götürüp bıraktığından ellerimizi cebimize sokup "Yürü bre yalan dünya/Sana konan göçer bir gün" türküsünü söylemekten başka çare bulamıyoruz.
Bir de rahmetli Kazancı Bedih’in "Tükendi nakdi ömrüm/Dilde sermayem bir ah kaldı" türküsünü…