Yakıcı sıcaklardan kaçıp, ömür boyunca ekmeyi düşünmediğimiz ama terlediğimiz, yorulduğumuzda hemen akla gelen ve gidilip, altına sığınılan bir ağacı düşünüp, kendimize benzettiğimiz anların sıkça yaşandığı hayatımızda, o an yapılması gereken birçok şeyi de erteler, öteler yarına bırakırken, “Bugünün işini yarına bırakma” uyarısını bir an unutursunuz.
Çünkü, o anları yaşatan son dakika gelişmelerin tüm programınızı alt, üst etmesinin yarattığı gerginliğin getirdiği baskı sonucu bunalıp, sığındığınız ağacın gölgesinde serinlerken omuzlarınıza binip, sizi durduğunuz yerde çökerten sorunların unutturduklarını “yarın yaparım,” diyerek geçiştirirken, aslında yükünüzü daha da ağırlaştırdığınızı anlamaz, fark edemezsiniz.
Ve bugün yapacağınız işi yarına bırakarak, yarını da alt, üst eder, ha bugün, ha yarın, ya da öbür gün derken, çok ama çok yorulduğunuzu fark edip, yapmak istediklerinizi de yapamaz halde olduğunuzu kalkmayan kollar, yürümek istemeyen ayaklara teslim olur, biraz daha aklanan saçlarınız gibi önünüze düşen ağacın yaprakları ile kendi kendinize konuşmaya başlarsınız.
Yüz hatlarınız, nasır tutmaya başlamış, derisi çatlamış ellerinize benzer gövdesiyle sırtınızı verip, serinlendiğiniz ağacın aslında sizin gibi nice fırtınalara, yağmurlara, doluya tutulup olağanüstü yorgun ve bitkin olduğunu ve gövdeyi saran kabukların hepsinin bir yarayı sardığını da düşündüğün o anlar da tek yapılacak olan şey, yeniden ayağa kalkmaktır.
Ve bu yazı gibi yani dün, pazar günü yazılması gerekenleri pazartesinin ilk saatlerinde bitirip, sizi serinleten serin rüzgârda sallandıkça ses çıkaran yapraklar eşliğinde, yeniden ayağa kalkmaktan başka yolunuz olmadığını da anlarsınız, bugünün işini yarına bırakmama adına yeniden yola çıkmak için kalktığınız anda…