Herkesin büyük bir sabırsızlıkla düşmesini beklediği "Tansiyon" siyasetçilerin ateşe benzin ile gitmesi dolayısı ile bir türlü düşmüyor, bırakın düşmeyi her geçen saat hepimizin yüreğini ağzına getirecek bir hızla yukarılara doğru tırmanıp, duruyor, Siyasetçi böyle yapınca herhangi bir siyasi partiye yada lidere gönül vermiş vatandaşımızda aynı sertlikte siyaset yapmakta hiç bir sakınca görmüyor.
Hemen her noktada olur olmaz vesileler ile birbirini boğazlayacak sertlikte asıp kesen geniş kitleleri gördüğümüzde ilk anda “bu tartışmaların kime ne faydası var.?” şeklindeki sorular bir anda okuyan-yazan-düşünen herkesin kendisini bir miktar sorgulamasına sebep oluyor.
Cumhuriyertin kurulmasından itibaren yazan-çizen-düşünürlerimizin eserlerinin bile maalesef siyasetçiler tarafından kamplara ayrılması ile başlayan bu olumsuz hava bizi bir arada tutması gereken değerleri de bir bir değersizleştiriyor, "Senin Şairin kötü-Benim yazarım iyi" diye başlayan ve saatler süren içi boş tartışmalar gerçekten hepimizin ruh sağlığını bozacak noktaya kadar gelip dayanmış durumda.
Bizde Edebiyatı tarihi ve şiiri seven birisi olarak yıllar yılı sırf bizim dünya görüşümüzü savunmuyorlar diye eserlerini okumadığımız yazar-çizer ve sanatçıların aslında bizim çokta uzağımızda olmadıklarını yönlendirmeler dolayısı ile bizim bu olağanüstü eserler veren kişilere mesafe koyduğumuzu ve bununda son derece büyük bir hata olduğunu anlamış olduk.
Atsız’ın “Ruh Adam” eserini ,Necip Fazıl’ın “ Sakarya Destanını” Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna” isimli muhteşem yapıtını okuyanlar vardır, başka birinden duyan vardır, bunların yanında birde “dünya görüşümüz dolayısı ile bu eserleri okumak olmaz” diye düşünen büyük bir kitle vardır.
Hatırlatmakta fayda var bizim öğrencilik dönemlerinde ortaokul üç yıldı, ilk beş yıldan sonra başlanılan ortaokul sağ selamet bitirilebildiği takdirde geriye kalan 3 yıllık lise dönemi başlar sonrasında ise Üniversite sınavında gösterilen performansa göre eğitim öğrencinin değil de sistemin istediği yöne doğru şekillenirdi.
Ortaokula başladığımız ilk yıl Türkçe derslerine gelen öğretmenimiz haftada kaç saat Türkçe dersi varsa anlatılması gerekeni anlatır ve şartlar ne olursa olsun dersin son on dakikasında “Kitap okuyacağız” diyerek bize yeni bir dünyanın kapısını açardı.
Biz Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu’nu, Hüseyin Rahmi Günpınar’ın, Gulyabanisini, Ömer Seyfettin’in Kaşağısını, Halit ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnusunu (Yasak aşk) ilk o günlerde tanıdık, bu eserler ile birlikte sayısını unuttuğumuz kadar kitabı gece gündüz demeden okumaya başladığımız anlarının fitilinin ateşlendiği günleri hep Türkçe öğretmenimiz vesilesi ile hatırladık.
Sonraları kitap okumak, seyahat yaptığımız her yerleşim merkezinde varsa Sahaflar çarşısını eğer yoksa da Sahaflar çarşısının muadili yerlerde “acaba okumayı kaçırdığımız şu kitabı da bulabilirmiyiz” diye uzunca bir zaman harcadığımızı biliriz.
Bir taraftan Türk milletinin bağrından çıkan bu yazarların eserlerini ara vermeden okurken diğer taraftan da Dünya klasikleri içerisinde müstesna yere sahip olan Maksim Gorki, Nietzsche, Emile Zola, Tolstoy, Balzac, Platon, Dostoyevski, Stendhal, Jack London, Alexandre Dumas, Victor Hugo gibi fikir adamlarının da okunması gerektiğinin farkına varıyorduk.
Yukarıda isimlerini verdiğimiz yazarların eserlerini birbiri ardına okurken ideolojik hassasiyetlerimizde yavaş yavaş şekillenmeye başlaması ile mesela Ömer Seyfettin’in, Pembe İncili Kaftan eserini biraz daha dikkatlice okuyor, ilgimizin Milliyetçilik kokan kitaplara karşı daha fazla olduğunu da hissediyorduk.
O günlerde yavaş yavaş Ülkü Ocaklarının da kapısını aşındırmaya başladığımızdan Ocaktaki görevlilerin “Vatan-Milet-Ezan-Bayrak” üzerine yazılan eserleri daha fazla okuduklarını görünce bizde Necip Fazıl’ın, Zindandan Mehmed’e Mektup, Kaldırımlar, Sakarya Destanı isimli eserlerini daha bir canla başla takip eder olmuştuk.
Biz kendimizi daha heyecanlı gördüğümüz sahaya doğru uygun adımlar ile ilerlerken diğer tarafta, Nazım Hikmet-Sabahattin Ali-Yaşar Kemal başta olmak üzere Türkçeyi son derece akıcı bir şekilde kullanan fikir adamlarının ortaya çıkardığı eserlerde çok genişi bir kitle tarafından takip ediliyor ama biz bu tarafa nedense biraz daha çekinerek bakıyorduk.
Burada bir hatıramızı nakletmek isteriz Milletimiz tarafından daha çok Zülfü Livaneli’nin bilinen ancak büyük şair Sabahattin Ali’nin bir şiiri olan ve “Ayın şavkı vurur sazım üstüne /Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne /Gel ey hilal kaşlım dizim üstüne /Ay bir yandan sen bir yandan sar beni “ifadelerini de bünyesinde barındıran şiiri herk kesim tarafından en çok sevilen ancak bir o kadarda sevildiği belli edilmeyen eserler arasındadır.
Leylim Ley şiirinin Bestesi Zülfü Livaneli’ye ait Türkünün sözleri, Sabahattin Ali’nin Ses (1937) adlı öykü kitabına adını veren “Ses” öyküsünde yer alır. Öykünün kahramanı yol amelesi Sivaslı Ali, çadırının önünde durup saz çalıp, bu türküyü söyler. Zülfü Livaneli, öyküyü okurken bu türkünün sözlerinden çok etkilendiğini ve bestelediğini açıklamıştır.
Leyim Ley, Zülfü Livaneli’nin 1975 tarihli “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz” albümünde yer alan bir türkü olan Leylim Ley’i seslendirilen sanatçılar arasında İbrahim Tatlıses, Edip Akbayram, Zerrin Özer, Leman Sam, Zara, Özdemir Erdoğan yer almıştı.
1937 yılında Sabahattin Ali tarafından yazılan Leylim Ley isimli şiiri Zülfü Livaneli bestelediğinde yakın çevremizde bulunan arkadaşlarımıza “Çok harika bir eser olmuş ama bir Ülkücü olarak solcu Sabahattin Ali tarafından yazılmış yine başka bir solcu sanatçı olan Zülfü Livaneli tarafından bestelenmiş böyle bir eseri dinlemek yada propagandasını yapmak bize yakışmaz, racona ters” diyerek aslında ideolojiye nasıl teslim olduğumuzu da kendi kendimize itiraf etmek zorunda kalmıştık.
Bizim çaresiz bir şekilde Leylim Ley eserini dinlemeye başladığımız tarih bu eseri İbrahim Tatlıses’İn de söylemesinden sonraya denk gelir, Şarkıyı Zülfü Livaneli’nin mi yoksa İbrahim Tatlıses’in mi daha iyi seslendirdiği bir tarafa beklide İbrahim Tatlıses’den dinlemek ideoloji olarak daha az yarar verir diye düşünmüştük.
Biz bir taraftan Leylim Ley isimli eseri dinlemekten kaçınırken bir taraftan da Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sı başta olmak üzere pek çok sol tandanslı yazar-çizerin eserlerini de büyük bir beğeni ile okuyor ve okutturuyorduk ve zamanda su gibi akıp gidiyordu.
Böylesi bir ortamda bir öğretmenimizin bize Atsız’ın “Yolların Sonu” isimli eseri verdiği an sanki yıllardır beklediğimiz yada çok uzun yıllar önce kaybedip te bulmadığımız bir yakınımız bulmuş gibi “Budur” dedikten sonra Atsız’ın, Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar diriliyor, Deli Kurt, hele hele de Ruh Adam isimli eserlerini geceler boyu nefes almadan okuyup bitirince ruhumuzun doyması adına başkada hiçbir şeye ihtiyacımızın olmadığını anladık.
Biz sonraları Sabahattin Ali’nin bütün eserlerini, Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini, Nazım Hikmet’in, Can Yücel’in ve o cenahtaki bütün fikir adamlarının ortaya çıkardıkları bütün eserleri okuduk ve yıllar yılı kendi kendimize neden yasak koyduğumuzu yada bize bu yasağı kimlerin koyduğunu bir türlü anlayamadık.
Türk insanı yıllar yılı Atsız-Necip Fazlı-Sabahattin Ali arasında gitti geldi zira Türkiye 50-60 yıldır bu üç ismin temsil ettiği ideolojinin arasına hapsedilmek isteniyor, bu zinciri, kıran, kafasını biraz kaldıran hemen herkes “her üç akımda bu milletin değerleri, bu akımların tamamını okumak, tartışmak dururken neden yıllar yılı bu akımların birinin peşinden koşup diğerlerini tehlike olarak gibi bir yanılgıya düştük” diye mutlaka düşünmüştür.
Türkiye’de her geçen kitap okuyan sayısı azalıyor, Eserlerini severek okuduğumuz isimlerin pek çoğu bugün hayatta yok yani son dönemlere birkaç şair-yazar hariç ismi belleklere kazınacak düşünür yetişmiyor, yetişmeyince de ortada insan diye dolaşan ancak ruhu olmayan bir sürü ceset dolaşıyor.
Okumak lazım, okuduğunu anlamak lazım, anladıktan sonra daha çok okumak lazım, taraf tutmadan, peşin hükümlü olmadan, kendimize yasaklar koymadan okumak lazım, bunu yaptığımızda göreceğiz ki başkalarının ne dediğinden çok kendi vicdanımızla baş başa kalıp doğru bildiğimiz yoldan sonuna kadar gitmiş olacağız.
Hem kendimizi hem memleketimiz kurtarmak adına okuyalım Atsız’ı da okuyalım, Necip Fazıl’ı da okuyalım, Sabahattin Ali’yi de okuyalım, bu üç ismin şahsında oluşan ideolojileri bir araya getirdiğimizde geçen günlerin ne kadar boş ne kadar anlamsız olduğunu da daha net bir şekilde görmüş olacağız.