Aslında yıllar yılı var olan ancak son dönemde bizim de artık kayıtsız kalamadığımız parti değiştirme meselesi önceleri tek tek uygulanırken, 24 Haziran tarihinden önce hayata geçirilen ittifaklar vesilesi ile toplu bir şekilde yapılmaya başlandı.
Var olan partilerin tabanlarının dün birbirlerine karşı olan düşmanlıklarını bir kenara bırakıp bugün bir arada olmaları elbette ki harika bir durum. Ancak yıllar yılı adanmışlık duygusu ile siyaset yapan ve mensubiyet şuurunu hayat felsefesi haline getiren kim varsa bu durumu büyük bir şaşkınlık içerisinde seyretmek zorunda kalıyor.
Kabul etsek de etmesek de Türkiye’de siyaset uzun yıllardır adanmışlık olgusuna göre yapılıyor. Çok partili siyasi hayata geçtiğimiz günden beri özellikle ideoloji partilerinde kendisini bulunan vatandaşlarımızın nerede ise tamamı kinimiz dinimizdir şeklinde, bugün bile anlam veremediğimiz bir çerçevenin sınırları içerisinde kendilerinden başka hiçbir Allah kuluna hayat hakkı tanımayan siyaseti kendilerinde hak buluyorlar.
Biz çocuk denilebilecek bir yaşta Ülkücü Hareket ile tanıştık. Ocak yıllarından sonra artık yaşımız gereği artık partide siyaset yapmalısın diye talimat aldığımız günden itibaren bizim yerimiz Ülkücü Hareket’in siyasallaşmış kurumudur diyerek önce MÇP’de sonra da MHP’de adanmışlık duygusu ile kendi ölçülerimize büyüklerimizin bize açtıklarını sandığımız alanlarda siyasi teşekkülümüzün bir adım daha ileri gitmesi adına yıllar yılı gücümüzün yettiği kadar çabalayıp durduk.
Belli dönemlerde 'Koştuk mu koşturulduk bilmiyoruz, Ne yükler yüklendi çelimsiz omuzlarımıza' diye belli belirsiz şikayetlerde bulunmaya çalıştıksa da lider-teşkilat-doktrin üçlemesi tüm hayatımızı ele geçirdiğinden olsa gerek sesimiz kalabalıklarda kayboldu gitti.
Dünya görüşleri, siyasi fikirleri ne olursa olsun bizim gibi milyonlarca adanmış hayat çok uzun yıllar yıllarca göğüsleri ile ateş, gözleriyle su taşıdılar. Üst noktalarda siyaset yapanların düzenleri bozulmasın, alışkanlıkları değişmesin diye taşrada çok büyük kavgalar vererek görevlerini sonuna kadar yerine getirmeye çalıştılar.
1980’li yılların ikinci yarısından itibaren kitlelerin arasından daha yukarılara taşınan vatandaştan soyutlanan, liderin talimatları gereği bir yerlere konumlanan yapı bir anda sorgulanmaya başlayınca hiç yıkılmayacağı, parçalanmayacağı düşünülen camdan kuleler birbiri ardında parçalanmaya, özelliklerini kaybetmeye başladılar.
Günler su gibi geçerken bizde yavaş yavaş gençlik yıllarımızı geride bırakıp orta yaşlara doğru ilerlemeye başladık, O zamanlarda farkına vardık ki sürekli işin mutfağında olmak artık yeterli gelmiyor, Siyasette, Milletvekilliği var, Belediye başkanlığı var eğer kendinizi bulduğunuz siyasi oluşum iktidara gelirse bakanlık var başbakan yardımcılığı var.
Sözünü ettiğimiz bu makamların herhangi birisine talip olan adanmışlar birden bire yönlendiriciler tarafından ‘Hain-ajan-bozguncu-nifakçı’ gibi akılı almaz yakıştırmalara maruz kaldılar. Daha birkaç yıl öncesine rağmen karşı olunması gereken ne kadar ideoloji varsa hepsine beraber karşı olan yol arkadaşları birdenbire kanlı bıçaklı düşmanlar haline geldiler.
Bu adanmışlar ilçe kongrelerinde, il kongrelerinde karşı karşıya geldiler. Kongreleri kazanmak adına akla hayale gelmeyen yollar deneyerek en yakınındaki arkadaşının ayağını kaydırmakta hiçbir sorun görmediler. İhraçlar başladı, uzaklaştırmalar birbirini izledi. Mevcut yapıya karşı olanların isimleri genel merkeze girmeleri sakıncalıdır denilerek bütün kamuoyuna sanki cüzzamlılar gibi ilan edildi.
Biz de bir adanmış olarak bu saydığımız cenderelerin hemen hepsinden geçmek zorunda kaldık. Derdimizi kime anlatmaya çalıştıysak yönetimi ele geçirmeyi başaranlar tarafından asi çocuk, uslanmaz muhalif yakıştırmalarına maruz kaldık, ötelendik, sürekli bir tarafta ait olmak zorunda bırakıldık.
Bütün bu ipe sapa gelmez ve fındık kabuğunu doldurmayacak saçmalıklar ile uğraşırken farkına vardık ki ömürden 25-30 yıl geçmiş. Biz siyaseten hiçbir yere gelememişiz, yukarıdakiler rahat etsin diye en yakınımızdakiler ile girdiğimiz sonuçsuz kavgalar dolayısı ile dostsuz, arkadaşsız kalmışız.
Mekanizmayı acımasız bir şekilde çalıştıranlar tarafından yenilgiye uğradığımızı düşündüğümüz zaman dilimi aslında çok uzak değil, bilemediniz 5-6 yıl olmuş. Neye yaradığını bilmediğimiz ve sonuç alamadığımız ancak yenilgimizin apaçık olduğu belli olan bir süreçte Şair Dilaver Cebeci’nin o muhteşem 'Şafağa Çekilenler' isimli şiirinde kendimizi anlatmaya çalıştığı;
Kim söyleyecek türküsünü bundan böyle,
Ötükenli atların
Deli günlü Noyanların?
Buz tutmuşken kavga zincirli bileklerde,
Kim paylayacak acısını dolunayın,
Bu Uygur yağısı göklerde
Uyvar kalesinin eski yoldaşı
O batılı akşama yenildiniz…
Ne kırıldınız ne büküldünüz,
Bir Yeniçeri palası gibi,
Öc gününe çekildiniz….
Bırakın dört yönden şaha kalksın yalnızlık.
Yeter ki siz unutmayın
Gümüş kabzalara sinmiş çağları
Ve emin siperlerin arkasında
Hırsla soluyan tuğları
Şimdi güvercinler geçer üstünüzden,
Selâmsız, kavgasız, töresiz…
Acı rüzgârlarda saçlarınız savrulsun.
Işık düşünceli çocuklar, canım çocuklar!
Yenilginiz kutlu olsun.. “şeklinde kalakaldığımızı anladık.
Kendimize çok yakıştırdığımız adanmışlık duygusunun yerle yeksan edildiğini anladığımız günden itibaren artık 'Yeniden cemre gibi düşmek toprağa' durumumuz yok. 'Yeniden haram etmek gece gündüz uykuyu' gibi de düşünemiyoruz.
“Yunus Emre gibi atsız
Pusatsız
Anadolu’yu yeniden fethetmek.” adına dermanımızın tükendiğini de iyiden iyiye hissediyoruz.
Bütün adanmışlarında bizimle aynı yenilmişlik, kaybetmişlik duygusu ile bir köşede 'Ben nerede yanlış yaptım?' sorusuna cevap bulmakla meşgul olduklarını biliyoruz.
Milyonlarca sorunun hangi birisine cevap bulunacaksa ?