Bir sonbahar sabahında Ankara'dan kalkan uçağımız yaklaşık bir saatlik yolculuk sonunda iniş için Van semalarında alçalmaya başladığında, etrafta tek bir ağacın bile olmadığı dağları görünce bir hayli üzülmüştüm. Ne var ki, masmavi Van gölünü ve onun etrafındaki yemyeşil park ve bahçeleri görünce bu üzüntüm yerini sevince bıraktı...
Şehir merkezi, göl çevresi ve içerisinden suların aktığı vadiler haricinde, etrafını çevreleyen dağlarda hiçbir bitki örtüsünün bulunmadığı Van ili ve çevresinin tarih boyunca kadim medeniyetlere ev sahipliği yaptığını nereden bilebilirdim ki...
Meğer bu çorak topraklar Urartular, Sasaniler ve Osmanlılar başta olmak üzere pek çok millet ve medeniyete yuva olmuş topraklarmış. Bu medeniyetlerin inşa ettiği binlerce yapı ve eser, ne yazık ki depremler başta olmak üzere pek çok sebeple yok olmuş olsa da, varlığını koruyan yüzlerce eser bile Van ve çevresini adeta bir açık hava müzesi haline getirmiş...
Yazımda bu eserlerin hepsinden bahsetmem mümkün olmasa da, elbette ki günümüze kadar uzanmış önemli bazı eserlerden bahsetmemek de haksızlık olur. Bu tarihi eserlerin yanısıra, kısa kısa da olsa sizlere dünyaca meşhur Van kedilerinden ve Van kahvaltısından da bahsetmek istiyorum...
Birkaç günlük gezimizin ilk durağı, Van Gölünün ortasında ve Gevaş ilçe sınırları içerisinde yer alan muhteşem Akdamar Kilisesi oldu.
Gevaş ilçesinden feribotla ulaşılabilen Akdamar adasında bulunan Akdamar Kilisesinin diğer isimleri ise Surp Haç Kilisesi ve Kutsal Haç Katedralidir. Adaya Kutsal Haç Katedrali denmesinin nedeni ise, Kudüs'ten İran'a kaçırıldıktan sonra Yedinci yüzyılda Van yöresine getirildiği rivayet edilen Hakiki Haç'ın bir parçasının bu kilisede yer aldığına inanılmasındandır.
Ortaçağda bölgede hüküm süren Vaspurakan Hanedanının kralı Gakik tarafından M.Ö. 915- 921 yılları arasında yaptırıldığı bilinen bu tarihi mekan, mimari anlamda Ermeni sanatının en değerli eseri olarak kabul edilir. Vaspurakan Krallığı yıkılınca bu tarihi yapı manastıra çevrilmiş ve bu tarihten sonra da Kutsal Haç Kilisesi olarak anılmaya başlanmıştır. Ayrıca, sözkonusu yapı 1895'e kadar da Ermeni Patrikliğinin merkezi olmuştur.
Van, iklime bağlı olarak bitki örtüsü bakımından pek zengin olmamakla birlikte, Akdamar Adası'nın her yerine yayılmış kayısı ve badem ağaçları hemen göze çarpmaktadır.
Bugünkü ismi Akdamar olan adaya ait şu meşhur hikaye ise dilden dile aktarılarak bugüne kadar gelmiştir:
Efsaneye göre, bu adada Ermeni baş keşişin "Tamar" isminde güzeller güzeli bir kızı vardır. Adanın etrafında bulunan köylerde çobanlık yapan bir genç ise bu dünya güzeli kıza aşık olur. Genç adam, Tamar'ı görmek için her gece adaya yüzer, Tamar da karanlıkta yerini belli etmek için çobanı elinde bir fenerle bekler.
Bir süre sonra Tamar'ın babası bu durumdan haberdar olur ve çok sinirlenir. Onları ayırmak için fırtınalı bir gecede eline feneri alarak adanın kıyısına iner ve fenerle sürekli yer değiştirerek gencin boşuna yüzmesine ve yorulmasına neden olur. Yüzmekten yorgun düşen çoban ise boğulur ve "Ah Tamar!" diyerek son nefesini verir. Sevdiğinin feryadını duyan Tamar da bunun üzerine kendini göle bırakır...
Söz konusu efsaneden kaynaklı olarak ilk adı "Ah Tamar" olan ada, zamanla "Ahtamara" adını almış ve son olarak da günümüzde "Akdamar" olarak anılmaktadır.
Van ilindeki ikinci ziyaret noktamız Van Kalesi ve hemen yakınındaki Van Müzesi oldu.
Van Kalesi Urartu Kralı I. Sarduri tarafından M.Ö. 840-825 tarihleri arasında yaptırılmış ve Urartuların başkenti Tuşpa'yı kuş bakışı gören bir konumdadır. 1800 m uzunluğunda, 120 m genişliğinde ve 80 m yüksekliğinde olan Kale sarp bir kayalık zemin üzerine inşa edilmiş olup, Van şehir merkezine 5 km uzaklıktadır.
Kalede Urartular'dan kalma Madır Burcu, Analı-Kızlı Açık Hava Tapınağı, kaya mezarlar, Bin Merdivenler ile ana kayaya oyulmuş sur duvarları mevcuttur.
Osmanlı imparatorluğu döneminde kalenin askeri amaçlar için kullanıldığı bilinmektedir.
Van kalesinin yer aldığı tepenin hemen eteklerindeki düzlükte bulunan Van Müzesi ise Van'a gidenler için mutlaka görülmesi gereken yerlerden biridir. İçerisinde antik çağdan günümüze kadar olan tarihsel sürece ait binlerce eserin yer aldığı müze, gerek dizaynı ve gerekse ziyaretçilere sunduğu kolay gezi imkanıyla, şimdiye kadar gördüğüm en güzel müzeler arasına çoktan girdi bile...
Van'a gelip de görmeden geçmemeniz gereken yerlerden biri de Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi yerleşkesinde bulunan Van Kedisi Villası'dır.
Beyaz renkli Van Kedisinin en belirgin özelliği, göz renklerinin güzelliğidir. Mavi, yeşil veya biri mavi biri yeşil göz renklerine sahip olan Van Kedisi, kavgacı yapısının yanısıra iyi bir yüzme yeteneğine de sahiptir.
Van ilinin tarihi ipekyolu güzergahında bulunması bu ilde kahvaltı geleneğinin oluşmasına sebep olmuştur. Epeyce methini duyduğum bu meşhur kahvaltı sofrasını pek tabi ki ben de deneyimledim.
Van kahvaltı sofrasının belli başlı malzemelerini şu şekilde saymak mümkündür:
Hakiki Van balı, yoğurt kaymağı, sütkaymağı, yayık tereyağı, cacık, otlu peynir, örme peynir, beyaz peynir, kavurmalı-sucuklu yumurta, zeytin, murtuğa, kavut ve gencirun.
Bu sofranın en önemli özelliği ise yiyeceklerin tamamen doğal ürünlerden oluşması olup, kahvaltının olmazsa olmazı da taze demlenmiş nefis semaver çayıdır...
Son olarak, Van isminin nereden geldiğini merak edenler için hemen söyliyeyim;
Evliya Çelebi "Seyahatnamesi"nde Büyük İskender' in Van Kalesi'ndeki Vank adlı bir mabedden esinlenerek buraya Van adını verdiğini söylemektedir.
Bir başka rivayete göre de şehri genişletilip güzelleştiren Van isimli şahsın adından dolayı şehre bu isim verilmiştir.
Esen Kalın...