2020 yılının mart ayı itibarı ile bildiğimiz ne varsa tümünü başka bir diyara gönderen salgın süreci öncesi Edirne’den, Kars’a kadar kırkıncı kattaki Recsidencede şarabını yudumlayan armatörden, En ücra mezrada “acaba sofraya yiyecek olarak ne koyalım” endişesi yaşayan vatandaşımıza kadar herkesin sosyal yaşantısı zaten önemli bir şekilde değişime uğramıştı.

Bundan belki 25 belki 30 yıl önce köyden kente olan aşırı göç başlamamışken köy-kasaba-şehir fark etmeden bir evde anne-baba-dede-nine ve yaklaşık 7-8 çocuğun ikamet etmek zorunda kalınan evlerde hayat belki alabildiğine zordu ancak, “Birlik-Beraberlik” dediğimiz o yapıştırıcı herkesi birbirine daha çok bağlıyordu.

Bizde zaman zaman belirttiğimiz gibi anne-baba ve yedi çocuklu bir aile olarak doğu Anadolu’dan çıkmış ve en fazla İç Anadolu’ya yani Kayseri’ye kadar ulaşma başarısını göstermiş bir “Geniş aile” olarak varlığımızı devam ettirmenin mücadelesini veriyorduk.

Şimdi bilmiyoruz ancak o zamanlar yani 1970’li yılların son dönemlerinde Kayseri’de ticaret daha çok Kale İçinde ve oraya yakın Bedestende dönerdi, Vatandaş imkanlar ölçüsünde Kale içinden sebzesini meyvesini alır, Sonra daha et alacak durumu olmayan aralarında bizim gibi abonelerinde bulunduğu sakatatçıların bulunduğu bedestene doğru yönelirlerdi.

Bizde pazar günü sabah erken saatlerden yatma zamanı gelinceye kadar evde hep birlikte olabilmek adına cumartesi günü akşam saatlerine doğru Kayseri kalesinin yolunu tutar pazar günü ihtiyacımızı karşılayacak oranda sebze ve meyveyi aldıktan sonra bedestenden 8-9 kişiyi doyuracak miktarda kavurma yapmak için "yürek" alır evin yolunu tutardık.

O yıllarda pazar günleri yapılacak iş bir gün önceden planlanırdı, Çaresiz tüm ev halkı en geç sabah 09.00’da yer sofrasının etrafında toplanır çeşidi fazla olmayan ekmek ağırlıklı kahvaltıya Allah ne verdiyse hücum edilirdi.

Sabah kahvaltısında acele edilmesinin birinci sebebi “Pazar sineması” kuşağında John Wayne’nin siyah beyaz  western filmlerinde en küçük bir ayrıntıyı kaçırmamak adınaydı,

Saat 10.00 gibi başlayan Western filmini seyretmek için tüm ev halkının nerede ise nefes almadan ve çok sıkıştıkları halde tuvalete bile gitmeye vakit bulamaz bir şekilde saatlerce beklediğimiz günlerdi.

Pazar sinemasından sonra ev halkı birkaç saat sonra buluşmak için ayrılırdı, genellikle tüm mahallelinin bir araya geldiği meydanda erkekler sigara içer, bayanlar bir taraftan ellerindeki örgüyü bitirmeye çalışırken bir taraftan da geçmiş haftanın yorumunu yapar, bizde bulabildiğimiz eski bir futbol topunun peşinde koşarken annelerimizin “Çok koşma, terleyip hasta olacaksın” ikazlarını duymazdan gelirdik.

Saat 15.00 gibi eve döndüğümüzden harcadığımız enerjiden olsa gerek kendimizi müthiş bir açlık içerisinde hisseder ve bir önceki günden “Kuşbaşı” haline getirilmiş yüreği kavurmaya başlardık, bir taraftan da yüreğin yanına katık olacak kuru soğanı Kayseri’ye has sumak ile yoğurur, küçük dilimler halinde doğranmış domateslerin yanına bırakırdık.

“Yürek” kelimenin tam anlamı ile nar gibi olup kızarınca önceden hazırlanmış yarım ekmek arasına herkesin istediği kadar konulur, tuzu, biberi ve herkesin sevdiği baharatı da ekleyip çoğunlukla ayran ile birlikte ortaya midemizi bayram ettirecek bize göre o günün şartlarında dünyanın en nefis yemeğini yerdik.

Yıllar yılı bir taraftan bedestenden alınmış yürek yada Arnavut ciğeri ile yapılan muhteşem pazar yemekleri bir taraftan “Küçük Ev ve Bonanza” olmak üzere bizi televizyon karşısına çivileyen diziler derken bir baktık ki yıllar su gibi geçmiş, bizimle birlikte kardeşlerimizde yaş almış, aldıkları yaş dolayısı ile okul-kurs derken bizi bir arada tutan o muhteşem pazar kahvaltısı ve yemekleri çoktan terk edilmiş.

Aradan çok uzun yıllar geçti, anne babalarımız bu dünyadan ahirete intikal etti, biz anne –baba olduk, çocuklarımız dünyaya geldi, son 4-5 yıl öncesine kadar bizde pazar günleri bir arada olmaya özen gösteriyor bunun içinde sabah erken saatlerde fırınının yolunu tutup ekmek ve ekmek ürünleri ile kahvaltı yapıyorduk.

Ancak artık o muhteşem pazar günleri ve gün içerisindeki kahvaltı-yemek etkinlikleri yok, Daha doğrusu hiç kimsenin pazar günleri uykudan uyanıp sofraya oturmak gibi bir derdi yok.

Gülten Akın bizim anlatmaya çalıştığımız bu zor durumu “İLK YAZ” isimli şiirinde

Ah, kimselerin vakti yok

Durup ince şeyleri anlamaya

Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar

Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya

Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı

Bakıp  kapatıyorlar

Geceye giriyor türküler ve ince şeyler

"Memelerinde biraz irin, biraz balık ve biraz gözyaşı

Bir dev oluyorsun deniz deniz deniz

sisin dere ağızlarından sokulup akşamları

Fındıklarımızı basıyor

Neyleriz kararan tomurcukları

Çocuklarımıza yalvarıyoruz: Aç durun biraz

Tecimenlere yalvarıyoruz:

Bir "Hotel" bir gizli evlenme az çiziniz

Bir banka az çiziniz bir yalvarma

Bizden size ve sizden dışardakilere

Karılarımızı yolluyoruz tırnaklarını kesmeye ve demeye

-Evet efendim-

Çocuklarımızı yolluyoruz dilenmeye

Bizler gidiyoruz yatağımız tanrıya emanet

Yazların motorlu çingeneleri

Ah, kimselerin vakti yok

Durup ince şeyleri anlamaya

Baba evleri, ilk kez girilen ırmağa dönüş

Toprağa tutku, kendinden dolayı

Kulaklarımızı tıkıyoruz: Para para para

Kulaklarımızı açıyoruz: Kavga kavga kavga

Sorar belki biri: Kavga ama neden kavga

Komşumuza sonsuz balta, karımıza yumruklar içinde

-Bilmiyoruz neden kavga.

Sonra kasabanın cezaevinde

Silgimizi göz önüne yerleştiriyoruz

Günlerimiz iterek genişletiyoruz

Yer açıyoruz karılarımızı düşünmeye

Bizsiz geçen menevşeyi düşünmeye

Durup ince şeyleri anlatmaya

Kimselerin vakti olmasa da

Okulların kadın öğretmencikleri

Tatil günlerini çoğaltsalar da

Kutsal nemiz varsa onun adına

Gözlerimiz için bağlar dokusalar da

Birikimler ve çizgiler gitgide gitgide

Açmaya ilkyaz çiçekleri

Bir gün birileri öte geçelerden

Islık çalar yanıt veririz”

şeklinde anlatıyor.

Bizde geçmiş yılları içimiz burkularak anıyoruz.

Ara ki bulasın…