Defalarca yazdım, okumuyoruz diye. Hatta her platformda, her ortamda çeşitli yazarçizerler tarafından da sürekli irdeleniyor, okumuyoruz diye.
Okumuyoruz, okumadığımız için anlamıyoruz, anlamadığımız için bir fikrimiz olmuyor. Sonrası malum uyanık çevrelerce kullanılıp, koyun gibi güdülüp gidiyoruz.
Çünkü bir fikrimiz olmuyor. Fikrimiz olmadığı için de herhangi bir konuda bir açıklama yapamıyoruz. Fikri olmayan doğaldır ki olumlu ya da olumsuz herhangi bir fikri olana tabi oluyor. Sonra da kalkıyor şikâyet ediyoruz.
‘’Şöyle oluyor da böyle oluyor da’’ diye! E tabi beynimiz boşsa, birileri kalkar bu boş ve fikirsiz beynimizi istediği gibi doldurur. Seni de beni de istediği gibi kullanır.
Şu son günlerde hatta son aylarda bir damlacık mikro organizmanın dünyayı tehdit ettiği, hatta esir ve hapsettiği insanların ne kadar acz içinde kaldıklarını fark ettik. Mikronlarla ölçülebilen bir mikro organizmayı dinliyoruz.
Ondan korkuyoruz. Tabiri caizse ne dese onu yapıyoruz. Bize istediği her şeyi yaptırabiliyor. Ama biz kendi öz irademizle bir okumayı bile beceremiyoruz.
Onca bilim insanın, insan beyninin gelişimi için okumasının gerekli olduğunu açıklamasına rağmen okumuyoruz. Demek ki bir şeyi yapmak için illa da ölüm korkusu yaşamak gerek öyle mi? Tabi okuyan kitleyi tenzih ediyorum. Ayrıca o mikro organizma ile birlikte dijital sistemlerin de esiri olduk. Kendimizi sosyal medya dediğimiz bir sanal âlemin içerisinde ne yaptığını bile bilmeyen bir akıl tutulmasının içerisine hapsetmişiz.
Sosyal medya, zararlarından çok yararlarının daha fazla olduğu bir dünyadır. Ancak, bizim toplum ne yazık ki sosyal medyada görsel seyretmekten bir adım öteye geçemedi. Ne olursa olsun fark etmiyor bir görsel paylaş, iki dakikada yüzlerce beğeni alıyor. Ama bir yazı yaz; bir paragrafı geçtiyse okuma sayısı en fazla on kişiyi geçmiyor.
O on kişinin birkaçı da utanma belasına beğeni yapıyor. Hatta şöyle tepkilerde alıyorsun; ‘’ya arkadaş senin yazılarda çok uzun, oku oku bitmiyor.’’
Ya arkadaş, Allah’tan kork, yazdığım yazı en fazla iki sayfayı geçmiyor. Şayet okuma özrün yoksa en fazla beş dakikanı alır. Demek ki okumak için beş dakikamızı bile ayıramıyoruz. Hâlbuki aç bir oku. Belki bu yazı seninle ilgilidir. Ki zaten köşe yazıları insanlıkla, doğayla, hayvanlarla yani yaşamla ilgilidir.
Zaten başka ne yazılabilir ki?
Örneğin; Ardahan ile ilgili bir yazı yazıyorum. Ardahan demek, sensin, benim, odur, budur, şudur. Yani Ardahanlı olan, kendini Ardahanlı hisseden herkesi ilgilendiriyor.
Ardahan’ın nüfusu yerleşik olarak ve yerleşimin dışında göçleriyle birlikte aşağı yukarı beş yüz, altı yüz bine denk geliyor. Sosyal medya gruplarına bakıyorsun, en az yüz tane Ardahan grubu var.
Her grupta binlerce insan var ve ne yaptıkları da belli değil. Çay, kahve, yemek ve görsel paylaşımlarından başka bir şey yok. Bari bir tartışma grupları oluşturun. En azından fikir alış verişi yapın. O da yok. O amaçla açılan bir grupta da ilk günden kavga kıyamet.
Yakın zamanda bir yazı yayınladım. Özellikle de Ardahan’ın geçmişi ve geleceğiyle ilgili konuları irdeliyorum. Çözüm önerileri sunuyorum. E be kardeşim, yazdığımı ya da beni beğenmeyebilirsin. Ama oku ki, ya beni eleştir ya da fikirlerimi destekle.
Yazımı yirmi-otuz kadar Ardahan grubuna koydum, yirmiye yakın internet gazetesinde ve yazılı basında çıkıyor. Bakıyorum her grupta binlerce insan ama okuyan sayısı iki üç kişi. Hatta elin adamı okuyor, yazını alıyor, başka gazetelerde ve sitelerde yayınlıyor ama Ardahanlı uyuyor.
Oku be kardeşim, oku.
Kuran-ı Kerim’in ilk emri de OKU değil miydi?
Korkma arkadaş, okumaktan ölmezsin. Okumak mikro organizma kadar tehlikeli bir eylem değildir.
Oku ki, aklın ve fikrin gelişsin.
Oku ki, sen ve fikrin değer bulsun.
Oku ki, esir ve köle olmayasın.
…
Yanlış ta anlaşılmasın tabi ki! Sadece benim kendi yazdıklarımı değil, tüm yazanların, çizenlerin hepsini kast ediyorum. Yani, Ardahan özelinden örnekler vererek, genelde ülkemiz insanın okuma problemine değinmeye çalıştım.
Sürçü lisan eylediysem af ola!
Ama yine de ısrar ediyorum: Oku be kardeşim, oku!