Yusuf Akçura 1904 te Türkçülüğün ilk manifestosunu yazdı.
Fakattarihçilerin çoğunluğunun fikri Türkçülüğün esaslarının bilimsel anlamda Ziya Gökalp tarafından tanımlandığı şeklindedir.
Atatürk’ünkendisinden "Bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin Namık Kemal fikirlerimin babası Ziya Gökalp’tir" diyerek söz ettiği, fikirlerini, milliyetçi düşüncesini benimsediği Ziya Gökalp 1876 da Diyarbakır’da doğmuştur.
Gerek yaşarken gerek ölümünden sonra Ziya Gökalp'ın etnik kökeni hakkında birçok tartışma olmuştur.
Bu tartışmayla ilgili ilk sav, Ziya Gökalp Malta'da sürgündeyken Osmanlı Dahiliye Vekili Ali Kemal tarafından atıldı.
İddiası Gökalp'ın babasının Kürt olduğu yönündeydi.
Gökalp ise Ali Kemal'in bu iddiasına Malta sürgününde yazdığı ve Kastamonu'nun “Açıksöz” gazetesinde yayımlattığı bir şiirile yanıt vermiştir.
Biz burada o şiiri paylaşmayacağız.
Ama etnik kökeni ile ilgili olarak1922 - 1923 yılları arasında memleketi Diyarbakır'da otuz üç sayı çıkardığı Küçük Mecmua adlı dergisinin 25 Aralık 1922 tarihinde çıkan sayısında yer alan ''Millet Nedir?'' adlı yazısında kendi soyuyla ilgili şu demeci paylaşacağız:
''... Ben gençliğimde tahsil için ilk defa İstanbul'a gittiğim zaman, bu ilmî tahkikata başlamak mecburiyetinde kaldım. Çünkü orada eskiden kalmış fena bir itiyada (alışkanlığa) göre, bütün Karadeniz ahalisine Laz, bütün Suriyeliler ve Iraklılara Arap, bütün Rumeli halkına Arnavut dedikleri gibi, bizim gibi doğu illeri ahalisinden bulunanlara da Kürt milliyetini izafe ettiklerini (yakıştırdıklarını) gördüm. O zamana kadar kendimi hissen Türk sanıyordum. Fakat bu zannım ilmî bir tahkikata (araştırmaya) müstenit (dayalı) değildi. Hakikati bulabilmek için bir taraftan Türklüğü, diğer cihetten Kürtlüğü tetkike başladım. Evvelemirde (öncelikle) lisandan başladım. Diyarbakır şehrinde, ana lisan Türkçe olmakla beraber, her fert biraz Kürtçe de bilir. Lisandaki bu ikilik iki suretten biriyle izah edilebilirdi (açıklanabilirdi): Ya Diyarbakır'ın Türkçesi bir Kürt Türkçesiydi, yahut Diyarbakır'ın Kürtçesi bir Türk Kürtçesiydi. Lisanî tetkiklerim gösterdi ki Diyarbakır'ın Türkçesi Bağdat'tan ta Adana'ya, Bakü'ye, Tebriz'e kadar imtidat eden (uzanan) tabiî bir lisandan yani Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türklerine mahsus olan Azeri(Azerbaycan)lehçesinden ibarettir. Bu lisanda hiçbir sun'îlik (yapaylık) yoktur. Binaenaleyh, Kürtlerin tahrif ettiği (bozduğu) bir Türkçe değildir. (Diyarbakır lisanının Azer Türkçesi olması, şehirlerin Osmanlı hükümetinin tesiriyle Türkçe konuştuğu iddiasını da esasından çürütür. Çünkü öyle olsaydı, bu şehirlerde konuşulan lisanın Osmanlı lehçesi olması lazım gelirdi.)
Diyarbakırlıların mahdut (sınırlı) kelimelerden mürekkep olarak söyledikleri Kürtçeye gelince, bu lisanın köylerde konuşulan fasih (düzgün) Kürtçeden farklı olduğunu gördüm. Kürtçe, Farisi'nin akrabası olduğu halde, nahv (dilbilgisi) itibarıyla hiç ona benzemez. Çünkü Farisîde bulunmadığı halde, Kürtçede hem tezkir ve te'nis (erillik ve dişillik), hem de arapça ve latincede olduğu gibi ''i'rab'' vardır. Demek ki Kürtçe, Türk lisanına nispetle daha mürekkep, daha karışıktır. Türkler kendi lisanlarında tezkir, te'nis, i'rab gibi ahvale (durumlara) müsadif olduklarından (rastlamadıklarından), Kürtçenin bu gibi hususiyetlerine nüfuz edememeleri iktiza ederdi (gerekirdi). Filhakika, vakıalar bu suretle cereyan etmiş, Diyarbakırlılar Kürtçenin tezkir, te'nis, i'rab kaidelerini tamamıyla hazfedip (kaldırıp), Kürt nahvini (dilbilgisini) Türk sarfına (dilbilgisine) uydurarak sun'î (yapay) bir Kürtçe icat etmişlerdir. Bu Kürtçeye ''Türk Kürtçesi'' namını vermek gayet doğru olur. Lisaniyat (dilbilimi) noktainazarından (açısından) gayet mühim olan bu vakıa, Diyarbakırlıların Türk olduğuna en büyük delildir. Bundan başka Diyarbakırlılar bu lisanı yalnız Kürtlerle konuştukları zaman kullanırlar. Kendi aralarında yalnız Türkçe konuşurlar. Diyarbakırlıların güya bildikleri bu düzme Kürtçenin kelimelerine gelince, bunlar da gayet mahduttur (sınırlıdır). Bu sebeple, boşlukları Türkçe kelimelerle doldururlar. Zaten, birçoğunun bildiği Kürtçe kelimeler ''gel, git'' gibi birkaç tabire münhasırdır (sözle sınırlıdır).
Diyarbakırlıların Türk olduğunu ispat eden delillerden birini de mezhep sahasında buldum. Diyarbakır'ın hakikî ahalisi umum Türkler gibi Hanefidirler. Kürtler ise umumiyetle Şafiidirler. Bu iki alâmet-i mümeyyize (ayırt edici im/işaret) yalnız Diyarbakır halkına mahsus değildir. Şark (doğu) ve cenup (güney) vilâyetlerimizdeki bütün şehirlerin ahalisi, Kürtçeyi Diyarbakırlılar gibi tahrif ederek (bozarak) söylerler ve Hanefi olmak alametiyle Şafii Kürtlerden ayrılırlar. Bunlardan başka, elbise, yemek, bina ve mobilya gibi harsa ve âdetlere taalluk eden hususlarda da derin farklar vardır. Bu alâmetler bana Diyarbakırlıların Türk olduğunu gösterdiği gibi, babamın iki dedesinin birkaç batın (kuşak, nesil) evvel Çermik'tenyani bir Türk muhitinden geldiklerine nazaran ırken de Türk neslinden olduğumu anladım. Mamafih dedelerimin biri Kürt yahut Arap muhitinden geldiğini anlasaydım, yine Türk olduğuma hüküm vermekte tereddüt etmeyecektim. Çünkü milliyetin terbiyeye istinat ettiğini de (dayandığını da) içtimaî tetkiklerimle anlamıştım. Zannederim ki bu taharrilerimle (araştırmalarımla) yalnız kendim için değil, bütün vilâyât-ı şarkîye ve cenubîye (doğu ve güney illeri) şehirlileri ve şimdiye kadar Türk kalan köylüleri için, son derece mühim bir meseleyi halletmiş oldum.''
"Şimdi bunun Türkçülük meselesi ile ne ilişkisi var?" diye sorduğunuzu duyar gibiyim.
İşte birinci cambaza bak hikayesi aslında burada başlıyor.
Ziya Gökalp’i bile kendini anlatmaya muhtaç bırakan bu ırk tartışması öylesine bir gündem değişikliğine sebep oluyor ki Gökalp’in yazdığı gibi bu coğrafyada yaşayan kendini Türk hisseden, üst kimlik olarak Türk olmaktan mutlu olan herkesin yerini siyaset ajanlarının manipüle ettiği ırkın ne ise milliyetin odur safsatasıalıyor.
Bu karmaşa Osmanlıcı olanların ve millet bilincinin tebaayı kontrol etmesinin sıkıntılı olduğunu düşünen fikrin en sık kullandıkları tez.
Bu yol ile ırklar üzerinden bakın millet demiyorum ırklar üzerinden ayrımcılık yaratarak tek birleştiricinin din olduğu fikrini yayıyorlar.
Oysa Anadolu’da ve Asya’da ırklardan çok din ve mezhep var.
Millet olma bilincinin gelişen büyütülebilen ve paylaşılabilen bir şey olduğunu biliyorlar ve en hassas olduğumuz inanç üzerinden bu korktukları Anadolu ve Asya coğrafyasını kapsayabilecek birlikteliği engellemeye çalışıyorlar.
Uzun tartışmalar yapabiliriz daha çok cambaz oyunu göreceğiz ama burada şimdilik noktayı şöyle koyalım:
“Türkçülük bir üst kimliktir, dini farklılıklar ve ırkların üstündedir tüm inançlara saygılıdır ve bu coğrafyanın hakim gücüdür. Birleştirir ve güvenliği sağlar”