Yataksız-Yorgansız Ömrüm

Hafta sonu “ilginç bir haber var mıdır.?” sorusuna cevap bulmak adına artık birbirinin benzeri olan televizyon kanallarını dolaşırken bir türkü kanalında sanatçının “Güz mü geldi rengin soluk/Ne tez yaprak döktün ömrüm/Hep ağlarsın boynun bükük/Gözyaşın derya mı ömrüm, ömrüm” diye başlayan türküsünü duyunca haber dinlemekten kısa bir süre olsa da vazgeçtik ve türküyü başından sonuna kadar dinledik, Ertesi günde istediğimiz zaman kulağımız duysun diye gittik para verdik içerisinde bu türkünün de bulunduğu bir CD satın aldık.
Zaman zaman bu sütunlarda artık yaşlandığımızı hayatımızın muhtemelen sonbahar mevsimini yaşadığımızı geriye doğru tam teşekküllü bir muhasebe yaptığımızda bir şairin “aldım sattım kar haram olsun” noktasında bulunduğumuzu yazıp duruyoruz.

Toz duman bir şekilde geçip giden farkına vardığımızda da sadece arkasından bakıp el sallayabildiğimiz ömrümüzün bu kalan kısmında ne kadar fazla muhasebe yaparsak yapalım giden günlerin geriye dönmeyeceğini de çok iyi bildiğimizden kendi kendimizi “giden gitti hiç değilse bundan sonra kalan zamanı iyi değerlendirelim” şeklinde avutmak zorunda kalıyoruz.

Bizi dünyaya getiren Annemiz, babamız hayatta değil, beraber büyüdüğümüz aile fertlerinden pek çoğu da aramızdan belli sürelerde ayrılıp ahrete intikal etiler, Dedelerimiz, ninelerimiz, Amcalarımız, dayılarımız, halalarımız, teyzelerimiz ise sanki “bir varmış bir yokmuş” misali aramızdan bir su gibi akıp gitmişler ve işin daha kötüsü hiç olmamışlar gibi düşünüyoruz.

Belli zamanlarda kendimizi dinleyebilmek adına yalnız kalıp sorgulamaya ondan
sonra da iç hesaplaşmaya doğru gittiğimizde işin doğrusu yaşadığımız zaman zarfında insanın mutlu olmak için o kadar çok sebebi varken kendi kendimize ettiğimiz zulüm dolayısı ile biz dahil herkesin yarınlar adına müthiş bir umutsuzluk yaşadığımızın farkına varıyoruz.

Zaman zaman “insanın mutlu olması için ekonomik durumunun iyi olması şarttır, ekonomik durumu iyi olmayan insanın mutlu olması da nerede ise imkansızdır” şeklinde düşünsek te zaman ilerleyip yaş geçtikçe mutlu olmak için asıl gerekli olanın para olmadığını bütün meselenin akıp giden zamanı durdurmaktan ibaret olduğunun da farkına acı da olsa varıyoruz.

Zamanın çok büyük bir hızla akıp gittiğinin farkına varan ve bizim gibi ellili yaşların ikinci yarısına çoktan gelmiş hatta aşmış pek çok dostumuzun zamanı durdurmak adına doktor kontrolü altına çeşitli operasyonlar geçirdiklerini görünce bir taraftan “yahu senin işin gücün yok mu?” diye sorsak ta diğer taraftan “Kardeşim hayat senin nasıl hoşuna gidiyorsa öyle yaşa” demekten kendimizi alamıyoruz.

Yaşımız geçtikçe ve geçen yıllar içerisinde her geçen biraz daha fazla yalnızlaştıkça, derdimiz daha da çekilmez oluyor, belki de çok uzun yıllar belli bir çevrede yaşamanın verdiği alışkanlılardan olsa gerek başka bir yere uyum sağlamakta zorlanıyoruz, kaşımızda daha önce görmediğimiz pek çok insanın hal ve hareketlerinden sıkıntı duruyoruz, normal şatlarda vatandaşın huyu suyu yerinde iken onun davranışlarının da bizim gibi olması noktasında muhatabımıza yapmadığımız bırakmıyoruz


Sanatçı Volkan KonakYapma sevdiğim” isimli eserinde “Çekilmez bir adam oldum yine /Uykusuz aksi lanet /Bir bakıyorsun ki ana avrat söver gibi /Azgın bir hayvan döver gibi bugün çalışıyorum /Sonra bir de bakıyorsun ki /Ağzımda sönük bir sigara gibi tembel bir türkü /Sabahtan akşama kadar sırt üstü yatıyorum ertesi gün /Evet evet ve beni çileden çıkarıyor /Büsbütün /Kendime karşı duyduğum nefret ve de merhamet /Çekilmez bir adam oldum çekilmez /Uykusuz aksi lanet /Yine her seferki gibi haksızım /Sebep yok /Biliyorum /Olması da imkansız /Bu yaptığım iş ayıp rezalet /Fakat elimde değil gülüm” derken artık “sazını yalnızlığın duvarına asan” herkesin içerisinde bulunduğu halet-i ruhiyi mükemmel bir şekilde özetlemiş oluyor.

Hal böyle olunca aslında Ömür dediğimiz şeyin su gibi hatta sudan daha hızlı bir zaman diliminde akıp giden zamandan başka hiçbir şey olmadığının da farkına acı bir şekilde varıyoruz, “Büyüyeyim, okula gideyim, okulu bitireyim, Askerlik görevim bitsin, iyi bir işe gireyim, helal süt emmiş birisini bulup evleneyim, sağlıklı çocuklarım olsun, çocuklar okulu bitirsin” diye uğraşırken aynanın karşısına geçtiğinizde saçlarınızın olduğu gibi döküldüğünü, dökülmediyse de tek bir siyah tel kalmamacasına tamamının bembeyaz olduğunu, gözlerinizin daha az gördüğünü, normal şartlarda 32 olan diş takımınız da yerinde yeller estiğini anlamak zorunda kalıyorsunuz.

Göz açıp kapayıncaya kadar geçip giden ömrümüzün muhasebesini bir dakikada hatta ondan daha kısa bir sürede muhasebeleştirdikten ve kardan çok zarar ettiğimizi anladıktan sonra “Güz mü geldi rengin soluk/Ne tez yaprak döktün ömrüm/Hep ağlarsın boynun bükük/Gözyaşın derya mı ömrüm, ömrüm” diye başlayan türkünün de yüreğinizi mermi gibi delip geçtiğini fark ediyorsunuz.

Bu günlerde “ne tadım ne de tuzum var/ne yaşamakta gözüm var/bülbül gibi feryad figan/etmekten ne çıkar ömrüm” diye biten bu türkü baktık ki hemen herkesin dilinde, Zengin-fakir-orta halli demeden hemen herkes “akıp giden ve bir daha geri dönmesi mümkün olmayan” ömrünün peşine düştüğü bir dünyada aslında paranın pulun zenginliğinden beş para etmediğin ortada.
Ömür gittikten sonra zenginliğin kime ne faydası olacak ki?