Çocukluğumuzda büyüklerimizin bizi sürekli olarak ‘yalan söyleme’, ‘doğru konuş’, ‘dürüst ol’, ‘kimseyi kandırma’ gibi ahlaki emirlerle eğitmek ve büyütmek istediğini bizzat yaşayarak beyinlerimize kazmışızdır.
Fakat insan büyüyüp, geliştikçe bizi ahlaki bakımdan uyaranların söylemleriyle eylemleri arasındaki çelişkiyi görüp hayrete kapılırız.
Öyle ki, söz bir şey söylüyor, eylem başka bir yöne işaret ediyor. Söz doğruyu yapma konusunda uyarırken. Eylem sözün söylediğinin tersini yapıyor.
Buna dilimizde yalan söyleme denmiyor, çünkü söz doğruyu söylüyor. Dilimizde bunun için 'kandırma' fiilinin kullanılması daha uygun düşmektedir. Sözde doğru yapıyormuş gibi yapıp, yanlış olanı sözel eylemle gizlemeye çalışmak anlamına gelmektedir.
Belki de Anadolu halkının söylediği bir taraftan “Doğruyu söyleyen dokuz köyden kovulur”, Diğer taraftan “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” deyişleri tam da bu çelişkili durumdan bir çıkış olarak üretilmiştir.
1967 yılında ABD Savunma Bakanı Robert S. Mc Namara’nın talebiyle, ABD’nin Vietnam Savaşı boyunca karar alma süreçlerini belirleyen belgeler toplanmaya başlanır. 47 cilt tutan Pentagon Belgeleri, 1971 yılında, savaşın en kızgın anında, New York Times tarafından yayınlanınca büyük bir gürültü kopar.
Çünkü belgeler, savaş boyunca kamuoyunu kandırmak için sistematik ve yaygın olarak yalana başvurulduğunu ortaya çıkarmıştır.
Öyle ki ‘Arama ve imha harekâtları” ile ilgili verilen ceset sayıları düzmecedir. Hava kuvvetlerinin hasar tespit raporları, gerçekleri çarpıtmaktadır. Performansları yazdıkları raporlara bağlı olan astların, Washington’a bildirdikleri ‘ilerleme’ raporlarının savaş alanında olan bitenle ilgisi yoktur.
Askeri ve sivil hemen her makam yoğun bir biçimde halkın gözünü boyamaya mesai harcamıştır. Pentagon Belgeleri ile halk kendisine söylenenden bambaşka bir saha gerçekliğinin olduğunu görür.
Amerikalı siyaset bilimci Hannah Arendt, Siyasette Yalan* adlı çalışmasında, bu olay üzerinden siyaset ile yalan arasındaki ilişkiyi ve bu ilişkinin tarihsel süreçte yaşadığı değişimi irdeler.
Arendt, siyaset ile yalan arasında çok sıkı ve kurucu bir bağ olduğunu söyler; işe, siyasi eylemin doğasını yalan söyleme bağlamında değerlendirmekle başlar.
“Siyasi emellere ulaşmak için meşru araçlar olarak kullanılan gizlilik ve kandırma, yani kasıtlı sahtekârlık ve açık yalan, yazılı tarihin en başından itibaren yaşamımızda olmuştur.
Doğruculuk hiçbir zaman siyasi erdemler arasında sayılmamış, yalanlarsa her zaman siyasi meselelerde kullanımı savunulabilir araçlar olarak görülmüştür.”
Özet olarak belirtecek olursak; felsefede materyalizmi, etikte haz ahlakını, siyasette monarşiyi benimseyen bir İngiliz filozofu olan Thomas Hobbes,” Savaşta kaybedenin dürüstlük ve adalet olduğunu söyler. Hobbes’a göre bir piyasa toplumu olan modern toplum herkesin herkese karşı savaş yürüttüğü bir toplumdur. Bu bakımdan modern toplumda hiç kimse yalan söylemekten kurtulamaz. Modern toplum yapısal olarak sürekli yalancılar üreten bir toplumudur.
Fakat modern toplumda yaşamımızın her alanında sürekli yalan ile karşılaşsak da; özellikle politika alanı haklı olarak herkesin ilkesel olarak yalan söylediği alanmış gibi gelmektedir. Öyle ki politika yapmak sıkça iyi yalan söyleme ve çabuk zengin olma sanatı olarak kavranmaktadır.
Son günlerde bunun örneklerini sıkça görmekte ve hayretler içinde kalmaktayız.
Peki, politikada yalan olgusundan kurtulmanın bir yolu yok mudur?
Aristoteles’e göre toplumun mükemmel yurttaşlardan oluşan bir toplum olabilmesi için, yöneticinin kararlarında yönetilenden hareket etmesi ve yönetilenin de sanki bir yöneticiymiş gibi davranması gerekmektedir.
Fakat Aristoteles’e göre bunun mümkün olabilmesi için tüm toplumun çıkarlarının temsil edilebildiği politik bir durumun oluşması gerekmektedir.
Fakat politikacının söylediği yalan, ne kadar yalan ve asılsız olursa olsun; kendisinde bir tutam da olsa gerçeği barındırdığı için, söylediği yalan aynı zamanda gerçeğe işaret eder. Yalan söyleyen, yalan söylenenden kendisine inanmasını bekler, çünkü yalanın, inandırıcı gibi gelse dahi, tutarlı bir açıklaması mümkün değildir. Toplum politikada kendisine söylenen yalanın içindeki gerçeği görebilirse, yalan söylemeyi meslek haline getirmiş politikacıya olan inancını da giderek yitirir. Böylece yalancının mumu yatsıya kadar yanar özdeyişi gerçek olur ve gerçeği söyleyen politikacılar herkes tarafından baş tacı edilir.