Kök, bağlı olduğumuz ve geldiğimiz …
Tarihimiz ile bağlandığımız kökümüz, genlerimizin dayandığı, kişiliğimizin oluştuğu, varlığımızı ifade eden, toplum içinde yaşayışımıza ve dünyadaki varlığımıza anlam katan kökümüz. Başlangıcının nerede olduğunu kestiremediğimiz ve hâlâ aradığımız o muamma…
Kökümüze aynı zamanda belleğimiz de diyebiliriz, yaşantımızın ya da varlığımızın en küçük ayrıntısını dahi kaydeden belleğimiz aynı zamanda kökümüz… Bu iç içe geçmişliğin oluşturduğu bilinç ise tarihimiz… Dünden bugüne sallanan bir sarkaç… Başka bir zaman ve mekândan bugüne taşır bizi, ne olmak istediğimizi ne yapmamız gerektiğini bize fısıldar. Bir düşünürün dediği gibi “olmuş ve olacağımız şey.”
Tarihimiz işte bu değişmeyen bağlardan teşekküldür, birleştiren bağlardan… Bazen unutmuş olsak bile kaybolmayan hep bir yerler de gizli, tehlike anında; nereden geldiğimizi, ne olduğumuzu bize hatırlatan; hatıralarımız, yaşanmışlıklarımız, belleğimiz, kökümüz, hepsi tarih ile tecessüm eder.
Hatırlamak, her şeyin başlangıç noktası. Bir zamanlar yaşayıp da belleğimizde bir köşeye attığımız ve günü geldiğinde uykusundan uyandırdığımız o hatıralar bizim tarihimizdir. Tarih aynı zamanda da bir hatırlama durumudur. Hatırlama ile geçmişte yaşadıklarımızdan edindiğimiz tecrübe ile yeni karşılaşılan durumlara karşı savunma ya da uyum sağlamayı geliştiririz.
Geçmişimiz ile geleceğimizi şekillendirmenin yolu. Çünkü eski yaşanmışlıklara benzeyen olaylar tarih boyu cereyan ede gelmiştir. Bu da tekil anlamda gerek bireysel hayatlarımızda, tüzel olarak ise toplumsal yaşantımızda hatırladığımız eski tecrübelerden yararlanmamızı salık verir. Böylece toplumlar köklerinden aldıkları ve belleklerinde sakladıkları kutsallıkları ile geleceğini şekillendirir.
Bu durumu değerli hocamız Altan Çetin’in kitabı olan ve geçmiş ve geleceği vurguladığı “Tarih Meleği Nereye Uçuyor” kitabından alıntıladığım Henri Bergson’un ifadelerinin daha açıklayıcı olacağını düşünüyorum:
“Benim şimdiki zamanım diye adlandırdığım şey, hem geçmişim hem de geleceğimin sınırlarını ihlal eder, çünkü konuştuğum an, daha konuşurken benden uzaklaşmıştır; sonra da geleceğimi ihlal eder, çünkü bu an geleceğe yöneliktir, ben geleceğe yönelirim ve bu bölünmez şimdiki zamanı, zaman eğrisinin sonsuz-küçük bu öğesini saptayabilirsem eğer, gelecek yönünü gösterir.”
Bütün bu düşünme ve sorgulamalardan sonra ulaştığım yargı şu oluyor: Biz Türkler olarak geçmişte yaşadığımız sevinçleri, acıları yeterince hatırlıyor muyuz? Bu acılarımızdan ya da sevinçlerimizden bir hisse çıkarıyor muyuz? Yoksa “geçmişte yaşamayı bırakın”, “mazinizden çıkın”, “ölü seviciliği yapmayın” vs… diyen soğuk, bizden olmayan sese mi kulak veriyoruz?
Eğer bu sesi ve bu yargılamaları bir yerde duyuyor iseniz biliniz ki, dost bir ses değildir o; zira kişilerin olduğu gibi toplumlar da geçmişi ile vardır. Hafızamız bizi biz ve bizi bir yapan hatıralarımızdır. Toplum olarak bir sonraki nesle aktarımı hafızamızdakilerle yaparız ve kültürümüzü bu şekilde yaşatırız. Bir yemeği pişirmeyi bırakır iseniz unutursunuz.
Sonraki nesle aktarmak için o yemeği arada bir de olsa pişirmeniz gerekir ya da o yemeği afiyet ile yemelisiniz ki hem damağınızda, hem gözünüzde hem de belleğinizde lezzeti ve görüntüsü ile kalsın. Bunlar bizim küçümsenmeyecek çok özel kültürel hatıralarımızdır.
Acılarımızı hatırlamadığımızda ise yeni acıların kapımızda olduğunu bilmemiz gerekir.
Dünya Tarihinde en çok soykırıma uğramamızın yegâne sebeplerinden biri belki de bu unutmak alışkanlığımız kim bilir?
Oysa unutmayıp canlı tutsak hatıralarımızı, yaşadıklarımızı; yeni bir tehlike anında başka bir yol izleyebilirdik.
Canlı tutmaktan kasıt günü ve geleceği zindan etmek ve yahut da acıları bir fanusun içinde saklayıp tapınmak değil elbette; bu yaşanmışlıklarla birlikte yeni yollar bulmak, tecrübe ettiğimiz anın bilinci ile geleceğin kanadına tutunmaktır.
Sanat, bu hatırlama ve unutma döngüsünde toplumların sarıldığı; hem acılarını hafifletmek hem de unutmalarını engellemek için önemli bir araçtır. Belgeci Tarih bize olmuş olan olayları açıklar sadece, ancak o olayın ruhunu öncesi ve sonrasının kazandırıp kaybettireceklerini diğer bilimlerin yanında sanat ile hafızamıza nakşederiz.
Görsel, işitsel bir şölen ile duyuş ve düşünüşümüzde hatıraları sabitlemek ve bu şekilde de toplumsal sanatı var etmek.
Zamanın bize yaşattığı hatıralarımız ile belleğimizde yer edinen tarihimiz; geçmişten, bugünden geçip geleceğe taşıdığımız mirasımız, gelişimimiz, yine de geleceğimiz ve hafızamızdır. Hafızamızı yenileyerek, canlandırarak bir sonraki nesle ulaştırmak da vazifemizdir. Toplum olarak ilerlememiz de bu şekilde gerçekleşecektir.
Tanrı Türk’ü Korusun.