Son zamanlarda haberlerde sıkça karşılaştığımız ve gerek özel gerekse de kamudan pekçok görevlinin başına bela olan bir kesim var ki, artık millete bunlardan gına geldi. Özellikle siyaset, spor, sanat ve bürokrasideki çürük yumurtalardan veya onların akraba ve yakın çevrelerinden oluşan bu kesime, "Sen benim kim olduğumu biliyor musuncular" ismini uygun gördüm...
Düşünsenize, saatlerdir güneşin bağrında güvenlik kontrolü yapan bir polissiniz, sıcaktan sırtınızdan ter akıyor ve göreviniz gereği durdurduğunuz araçtan evraklarını istediğiniz şoför bir anda bağırmaya başlıyor;
"Sen ne cüretle beni durdurup evrak isteyebiliyorsun? Sen benim kim olduğumu biliyor musun?"
Kanunlar ve talimatlar gereği kavurucu sıcakta görevini yapmaya çalışan ve devleti temsil eden polisin yüzüne karşı yapılan hakaretlerin bini bir para. Görev başındaki polisin ne şerefsizliği kalıyor, ne de ahlaksızlığı İnanın, yapılan hakaretler karşısında sabır taşı olsa çatlar, ama polisten ses seda çıkmaz. Çünkü O, çoluk çocuğunun rızkı için ve Devleti temsilen görev yapmaktadır. Eğer karşısındaki insanın seviyesine inecek olsa, görevini kaybetme ihtimalinin de farkındadır.
Fakat, polisin bu olgun tavrının sonucunda ne olur biliyor musunuz?
"Sen benim kim olduğumu biliyor musun"cudan korkulduğu için, acilen bir gerekçe uydurulur ve görevini yapan polis açığa alınıp hakkında soruşturma başlatılır.
Sakın ola ki verdiğim örnekteki hadiseye benzer durumların sadece polislerin başına geldiğini zannetmeyin. Benzeri hadiselerin, neredeyse hergün, işlerini yapmaya çalışan pek çok kamu ya da özel kesim görevlisinin de başına geldiğini bilin.
Verdiğim bu trajik örnekten sonra, bir de trajikomik bir örnek verelim;
Yıllar önce bir vesileyle yolum Rize'ye düşmüştü. Arabasına bindiğim şoförle muhabbet ederken, konu siyasetin ne kadar kirlendiğine ve bu kirlenmişlikten de insanların ne denli etkilendiğine geldi. Bununla ilgili olarak anlattığı yaşanmış bir hadise ise, hem acıklı hem de komikti.
Anlattığına göre, bir akşam iş çıkışında servise bindiklerinde, koltuklar yetmediğinden bazı insanlar ayakta kalmışlardı. Geç geldiği için ayakta kalan bir bayan, önceden gelip boş bir koltuğa oturmuş olan bir erkeğin yanına giderek, kaba bir şekilde "Koltuktan kalk, oraya ben oturacağım" der. Adam bu kaba tavıra karşı, "Kusura bakmayın hanımefendi, yorgunum, kalkamam" diye cevap verir.
Bunun üzerine saygısız bayan, ne yapmış olabilir dersiniz?
Bu bayan, çantasından telefonunu çıkarır ve "Arıyayım mı vekilimi" diye oturan kişiyi tehdit etmeye kalkar.
Belli ki kendisine kolayca ulaşacabileceği tanıdık bir vekil var ve bu vekile servis otobüsündeki bir koltuk için arıyabilecek kadar da yakın.
Bu yaşanmış hadise karşısında insanın "Güler misin, ağlar mısın" diyesi geliyor.
Anlattığım örnek hadise, "Sen benim kim olduğumu biliyor musun"cuların nasıl bir noktaya ulaştıklarını açıkça göstermiyor mu?
İstisnalar hariç, bu kesime mensup olanlar genellikle kendilerinin sıradan bir vatandaş olmadıklarını düşünür ve başkalarına göre bir takım ayrıcalıklarının ve üstünlüklerinin olduğunu zannederler. Hatta onlara göre, başkalarına verilmeyen hakların kendilerine verilmesi talebi, sıradan bir talep değerindedir. Çünkü onlar koskoca milletvekili (ya da milletvekili yakını), bilmem ne filminin oyuncusu, filan takımın sporcusu, bürokrat ya da askerdir. Bütün bunlar da, (güya) yasa ve kurallara rağmen ayrıcalıklı bir muameleye tabi tutulmayı haketmek demektir...
Oysa ki Nevzat Tarhan, "Akıl sağlığı yerinde olduğu halde kendilerini önemli ve üstün görenler, kibir sahibi insanlardır" diyor ve böylelerinin kibirlerinin de sıradan olma korkusundan kaynaklandığını belirtiyor.
Aslında, insan kendini birşey zannetmekle birşey olmuş olmuyor. Böylelerinin durumu, kendilerini saat zanneden delilerin durumuna ne kadar da çok benziyor değil mi? Bir deli, kendini saat zannediyor diye saat mı olur...
Gel gör ki böylelerinin sayısı malesef hiç de azımsanamayacak kadar fazla. Kimi kendini mafya zannediyor, kimi gazeteci, kimi hakim; hatta kendini devlet zannedenler bile var...
Allah kimseyi böyle insanlarla imtihan etmesin. Çünkü, böylelerine söz anlatmak ve beyinlerindeki nasırlaşmış kalıpları kırmak, çok zor ya da imkansızdır...
Aslında, "Sen benim kim olduğumu biliyor musun" diyenlere verilecek tek bir cevap var;
"Bakın efendim, şu an sizin kim olduğunuzla değil, işimle ilgiliyim. Sizi tanıyor olmuş olmam, kuralların dışına çıkıp size karşı farklı davranmamı gerektirmez".
Bu cevaba ilaveten de şu soruyu sormak lazım;
"Siz beni bırakın da, asıl siz kendinizi ne zannediyıorsunuz?"
Heyhat! Nerede bunu diyebilecek babayiğit?
Millet öyle bir hale geldi ki, bırakın cevap vermeyi, ağzını açacak hali bile kalmadı. Kim ki ağzını açıp hak aramaya kalksa, kendini anında kapı önünde buluveriyor...
Bütün bu anlatılanlardan sonra, "Sen benim kim olduğumu biliyor musun" hastalığını nasıl ortadan kaldırabilirizin cevabını da vermek lazım. Pek çok kimse bu konuda hazır cevaplılık edip, "Böylelerini içimizde barındırmamak ve yapanları şikayet etmek lazım vs diyecektir. Oysa ki böylesi bir çözüm, bataklığı kurutmak yerine, sivrisinekleri öldürmekle meşgul olmaya benzer. Asıl çözümün topyekün toplumsal bir bilincin geliştirilmesi ile mümkün olabileceğini düşünmekteyim. Zira ortada bir hastalık varsa, hastalığın gelişmesine uygun bir ortam da var demektir. İşte bu ortamı toplum olarak bizler oluşturduk. Normalde bizden farkı olmayan insanları sırf makamları, zenginlikleri ve şöhretleri yüzünden gözümüzde büyüttük Sonuç olarak sıradan insanlara, "Sen benim kim olduğumu biliyor musun" deme cesaretini verdik...
Son söz;
"Ederinden fazla değer, soytarıyı kral eder"
Esen Kalın...