İnsanımızı mutsuz eden, yaşadığı evi, her gün evinden çıkıp yürümek zorunda olduğu sokaktan nefret ettiren, araç yoğunluğu yada park yasağı olan alanlara tünemiş araçlar yüzünden sinir krizleri geçirten caddelerden “illallah” diyen, bırakın araç kullanmayı artık yola çıkmanın bile mümkün olmadığı otoyollarda ömür tüketen insanların bulunduğu şehirlerin akıbeti ile ilgili olarak hiç kimseden vatandaşı rahatlatacak çözüm önerilerinin tükendiği bir noktadayız.
Köyden kentlere özellikle de büyük şehirlere yıllar önce başlayan göçü hesap edemeyen yöneticilerin öngörüsüzlüğü sayesinde şehirlerde arsa fiyatları bir anda astronomik rakamlara çıkıp ortada müthiş bir rant ekonomisi dolaşmaya başlayınca şehirlerde buna paralel olarak aslında yaşadığını sanan fakat gerçekte “çürümüş yürüyen cesetlerin” oradan oraya koşturduğu mekanlar olmaya başladı.
Biz İnsanlar gibi şehirlerinde ruhunun olduğuna inanırız. Şehirlerin kimisi ormanlarla sarpa sarmış bir bütünlükte gizlenirken kimisi dalgaların köpüklerinde yaşam bulmaya çalışıyor. Hele İstanbul’sa mevzu bahsi geçen şehir; Alımlı bir kadının gözlerindeki hüzün gibi tarih kokuyor. Ama son dönemlerde artık bir çılgınlık haline gelen AVM’ler dolayısı ile İstanbul artık İstanbul olmaktan çıkmış durumda.
Her şehir farklı bir gizemi beslerken bağrında, sokak taşlarında binlerce anıya ev sahipliği yapabiliyor. Aslında şehirlerin ruhu insanlarınkinden çok da farklı değil hatta benzer yanları bile olabiliyor. İnsanın elif gibi dimdik durduğu zamanların da, şehrin mezarlıklarından uzanan selvi ağaçları da aynı duruşla durmaya çalışıyor. Hıçkırarak insan ağlarken, şehirde ise kasvetli bir yağmur yağmaya başlıyor.
Birbirlerine eşlik edercesine yağmur ve gözyaşı buğulu bir camda buluşabiliyor. İnsan ölümlüdür. Gün gelir yüz senelik bir ömrün bir kısmında ölünür. Şehirler ise ölüleri bağrında saklarlar. Şehir ve insan ortak bir benzerlikte buluşamadığında bile birbirini tamamlarlar.
İnsan ve şehir kavramı; aslında birbirinden ayrılmamaya yemin etmiş iki sevgiliden farklı değildir.
Ölümü, ölümsüzlüğü mesela en güzel Çanakkale anlatır.
Gezdiğiniz her bir toprak parçasının altında ölümsüz yatanların ruhlarını da oraya gittiğinizde hissedersiniz.
Orada sadece şehrin ruhu değil içinde yaşayan ya da önceden yaşamış insanların ruhları da peşinizi bırakmaz.
Birde mutlu insanlar gibi mutlu şehirler vardır.
Ne olursa olsun onların keyfi hiç bozulmaz.
Elma şehri Amasya mesela her zaman hem kendi mutludur hem de elma şekeriyle çocuklara mutluluk dağıtır.
Biz Charls Dickens sayesinde mutlu bir şehir olan Paris’i sevmişizdir.
Bu yüzden her şehrin kendine özgü bir hikâyesi de vardır. Bu hikâyeleri bazı yazarlar öyle güzel anlatırlar ki o şehri gidip tekrardan görmek istersiniz.
Gördüğünüz ya da yaşadığınız bir şehir ise neden daha önce bu güzelliği fark edemedim diyerek hayıflanırsınız.
Ankara’yı; Ahmet Arif “Karanfil Sokağı “adlı şiirinde belki de içindeki hasret ve şehre duyduğu aşkla daha bir başka anlatır.
Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal kitabında İstanbul bir başka manidar anlatılır.
Mehmet Akif istiklal marşında Çanakkale’yi herkesten farklı ,muhteşem bir dille betimlemiştir.
Haşmet Babaoğlu “Bir Şehri Sevmek” makalesinde Venedik’i anlatır.
Ama öyle böyle değil o anlatırken siz sokaklarında gezdiğinizi düşünürsünüz.
Tekrardan o şehre tutulduğunuzu hissedersiniz.
Hiç gitmemiş olanlar ise bu şehre karşı meraklanırlar, hep akıllarında bir gün gideceklerine dair planlar yapmaya başlamışlar.
Haşmet Babaoğlu makalesinde bu güzel şehri ; “Sonra bir şey oldu! Bir çarpışma ardında haz, sonra Venedik’e tutuldum. Çok güçlü bir duygu bu. Uzaktayken onun gün doğumlarını ve batımlarını hayal ediyorum. Bir de seslerini. Vaperottoların homurtularını, valiz tekerleklerinin tıkırtılarını, Ahşap panjurların açılırken çıkardıkları gıcırtıları ve yakındaki kafeteryadan gelen Espresso tabaklarının çınlama seslerini…” sözleriyle tasvir etmektedir.
Alman klasik ekolünün yüz akı olan bir başka şehirde periler kenti diyerek anılmaktadır.
Weimar piyano sesi ve periler kenti olarak ünlenmiştir. Goethe uzun ömrünün tam 50 yılını geçirmek için buraya gelmiştir. 19’uncu yüzyılın büyük delisi Nietzsche ise bu şehri kendisine ölmek için seçmiştir.
Görmeyi çok istediğimiz ancak bir türlü gidemediğimiz Prag ise katedralleriyle ve Rönesanstan kalma yapılarıyla ismini duyurmuştur. Şehirlerin mimarisini araştırmaktan büyük zevk alan birisi olarak bizim en çok merak ettiğim kentlerden biridir. Prag’ın diğer anıldığı isimler ise “Masal Şehir”, "Altın Şehir", "Doksanların Sol Bankası", "Şehirlerin Anası" ve "Avrupa'nın Kalbi" gibi isimlerle de anılır.
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, hayatının tesadüfleri olan Ankara, Erzurum, Konya, Bursa, İstanbul şehirlerini anlattığı "Beş Şehir" isimli deneme türü eserini kaç kez okuduğumuzu hatırlamıyoruz, “Beş Şehir” Bir gezi kitabından yahut bir seyahatnameden çok farklı bir yapıttır, sade tarihi bilgi, kuru gezi rehberi, bir şehir coğrafyasından farklı olarak his, sanat, estetik, kültür ve bilgi birikimi içerisinde yoğurulmuş olan eserde Tanpınar, eserinin konusunu "Beş Şehir'in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır. İlk bakışta birbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz. Bu sevginin kendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler, benim hayatımın tesadüfleridir." olarak ifade ediyor.
Şehirleri yönetenler muhtemelen kendi ruhlarını da kaybetmiş durumdalar, aksi takdirde bu kadar ruhsuz şehirlerin ortaya çıkması mümkün değildir, bütün dünyanın daha estetik yapılara döndüğü bir noktada şehirleri yönetenlerin insanları mutsuz edecek ne kadar kötü yapılaşma varsa onları hayata geçirmelerini başka türlü nasıl izah edebiliriz ki..?