Geçtiğimiz hafta uzun zamandır göremediğimiz bizim gibi iki kızı olan bir dostumuz “Ağam bu akşam müsaitseniz çocuklarla bir çay içmeye gelelim, özledik seni” diye arayınca “buyurun gelin ne yalan söyleyeyim bizde sizi özledik, çay içer eski günlerden konuşuruz” cevabını verdik.
Misafirlerimiz geldi, ilk beş on dakika “yahu nerelerdeydiniz bu kadar zamandır, özlemişiz sizi” diye başlayan sorgu sual faslı ilk yirmi dakika sonra “Daha daha nasılsınız” noktasına gelip orayı da geçince odada bulunan sekiz kişiden hiç birisine ondan sonra edecek fazla bir söz kalmamıştı.
Biz birinci çayları içip ikinciye geçmiştik ki çocukların tamamının birbirleri ile iletişimi kesmiş ve hapsini ellerindeki cep telefonları ile baş başa kalmış durumda gördük, hanımlarda “benim Salı gecesi şu kanalda falanca dizim var, benin Cuma gecesi bu kanalda kaçırmamam gerek bir dizim var ancak kaçırsam da ertesi gün tekrar izle kolaylığından faydalanıp kaçırdığım yerden diziye devam ediyorum” muhabbeti de tamamlanınca misafirlerimize “ne zaman isterseniz kalkabilirsiniz anlaşılıyor ki edecek fazla bir kelam kalmamış” demek zorunda kaldık.
Misafirler gittiğinde çocuklara “bu ne hal böyle eve misafir geliyor herkes sanki evde kimse yokmuş gibi cep telefonlarına dalıp gitmiş, hiç misafire böyle davranılırmı ayıp vallahi” dediğimizde küçük kızım” Baba bu durum sadece bizim eve has bir olay değil ki artık bütün dünya böyle, belki sen farkında değilsin ancak misafirlik bitti, sohbetlerinde sonu geldi” dediğinde söylediklerini çaresiz “Evet” diyerek tasdik etmek zorunda kaldık.
Çok değil bundan üç-beş yıl önce evlerin en kıymetli misafirleri televizyonlardı, Tanıdığımız kim varsa “Televizyonsuz bir dünya mümkün değil” diye iddia ederken devran döndü Televizyonlar yerlerini büyük kasalı bilgisayarlara kaptırdı, şimdilerde ise ne televizyona bakan var nede bilgisayarlara varsa yoksa hemen hergün yeni bir modeli çıkan akıllı cep telefonları.
Biz işin doğrusu gelenek ile yenilik denilen kavramların tam orta yerinde kaldık, Çok çocuklu bir ailenin ferdi olarak hayat sürdüğümüz ev henüz doğalgaz gelmemişken önce odun sonra da kömür sobaları ile ısıtılan ve daha bugün bile özlem duyduğumuz Kuzine soba ile büyüme keyfini yaşamış bir insan olarak zaman zaman “Kuzine soba gitti, dostluk-muhabbet ve sohbet gibi güzel kavramlarda uçup gitti” hayıflanıp duruyoruz.
Bilmeyenler yada unutanlar için hatırlatmakta fayda var Kuzine soba yaklaşık olarak iki metre uzunluğunda bir metre genişliğinde tam orta yerinde fırını olan bir ısınma aracı olarak bilinse bile ısınmanın yanında ev halkına 7/24 kattığı diğer hizmetler dolayısı ile o zamanlarda bize göre dünyanın en teknolojik araçlarından birisiydi.
Kuzine sobaya sabah saatlerinden itibaren kömür doldurulur, yakılır, kısa bir süre sonra sobanın verdiği müthiş keyif ve sıcaklık bütün ev tarafından hissedilirdi, Evin büyükleri bir taraftan eğer eksilmişse sobaya kömür atar, bir taraftan da üzerine çay demlemek için kaynamak üzere su, evin havası kırılsın ve mikrop uğramasın diye içine tarçın atılmış bitkisel çaylar, öğlen yada akşam yemeklerinde yenilmek üzere ıslatılması gereken kuru Fasulye ve Nohut başta olmak üzere var olan tüm baklagiller birbiri ardı sıra konuşlandırılır ve Kuzine soba tek başına bütün evin ısınma ve yemek ihtiyaçlarını karşılamak zorunda kalırdı.
Annemin “hadi bakalım yataktan çıkın artık okula geç kalacaksınız, sobayı yaktım, kahvaltı hazır” şeklindeki talimatını alıp anında elimizi yüzümüzü yıkadığımızda kuzine sobanın üstünde üzerine tereyağı sürülmüş nar gibi kızarmış ekmeklerin kokusu bugün bile burnumuzun dibinde duruyor.
Kuzinenin üzerindeki nar gibi kızarmış yağlı ekmek sofraya konulurken soba yakılır yakılmaz Kuzinenin fırınına atılmış ve o zamanlar “Huşur” diye bildiğimiz patateslerde bir biri ardına fırından çıkartılıp daha önceden hazırlanmış tereyağın üzerine serpildiğinde ortaya çıkan manzaranın ne kadar destansı olduğunu bu keyfi yaşayanların çok iyi bildiğini düşünüyoruz.
Kuzine sobada demlenmiş çay, Kuzine sobanın üzerinde kızarmış ekmek, Kuzine sobanın fırınında lokum gibi olmuş huşur patates karşısında saygı ile eğilip kahvaltıyı bitirdikten sonra keyifle gittiğimiz okuldan akşamüzeri yorgun argın eve döndüğümüzde bizi yine Kuzine sobanın o bitip tükenmeyen sıcaklığı karşılardı.
Henüz Televizyonların hayatımıza tam olarak girmediği yada paramız olmadığı için televizyon alamadığımız dönemlerde kuzine sobanın başka türlü bir birleştirici görevinin olduğunun farkına varmıştık, O günlerde Radyoda yayınlanan güzel programlar vardı ve bu güzel hikayeler cuma akşamları yayınlanırdı, halk hikayeleri diyen davudi bir ses programı başlatırdı, bir de bu programdan "öyle ya, her aşığın bir ahı vardır" diye başlayan cümleler de Arkası yarın ve Halk hikayeleri gibi etkinliklerin vakti geldiğinde babam-annem ve yedi çocuk Kuzine sobanın etrafında sanki dünya durdukça hiç ayrılmayacak gibi bir halka oluşturmuş radyoda başlayacak hikayeyi dinlemek için can atıyorduk.
Arkası yarın programının sonunu geldiği anlarda bira günün yorgunluğundan biraz da Kuzine sobanın yaydığı muhteşem sıcaklıktan olsa gerek bizden küçük kardeşlerimiz uykuya dalınca onları birer birer yataklarına taşır ancak ertesi gün hepsinin birden “Hadi anlat dün gece arkası yarında ne oldu.?” sorularına da biraz nazlandıktan sonra cevap verirdik.
Şimdilerde o gözünü sevdiğimin kuzine sobası yok, Doğalgaz geldi geleli Kuzine sobaların krallığı da sona erdi, Kuzine soba hem gözden hemde gönülden uzak kalınca hepimiz üzerinde kızaran ekmeği de , fırında pişen muhteşem huşur patatesi de sobanın yaydığı o güzelim sıcaklığı daha da kötüsü bir arada oturma geleneğini kaybettik.
Kuzine sobanın da ,Sobanın hayatımıza kattığı güzelliklerinde artık geriye geleceği yok, Şimdi aramızda bulunmayan Rahmetli Büyük sanatçı Yıldırım Gürses’in “Anladım gelmez geri, o çocukluk günleri/Bir bakış ki, o kadar, yaşadım mazim kadar/Gelmez o günler, dönmez o günler/Mazide kaldı hep” şeklinde seslendirdiği eserde anlatmaya çalıştığını artık bizde çaresiz kabul ediyoruz.
Gelmez o günler/Dönmez o günler/Mazide kaldı hep…