Son günlerde hayatımızın nerede iste tümünü avucunun içerisine alan Koronavirüs salgını dolayısı ile mecburen kendimizi eve hapsetmiş bir şekilde daha çok düşünme daha çok hesaplaşma adına daha çok mesai harcıyor, eskiye dair ne varsa hatırlamaya çalışıyor bir anda geçmişe dönüyor, belki de geçmişin güzel anlarına duyduğumuz özlem dolayısı ile o günlere doğru koşar adım yürüdüğümüzü fark ediyoruz.

Önceki akşam yine bilgisayarın başına geçip “Bugün ne yazsak” diye düşünürken şu sıralar ciddi sağlık sorunları yaşayan Sanatçı Ferdi Tayfur’un;

 “Ah bir çocuk olsaydım parklarda oynasaydım

dertten kederden uzak arkadaşlar bulsaydım

büyüdüm de ne oldu ömrüm kederle doldu

çocukluk günlerimi gönlüm hep arar oldu

seller gibi coşardım kanatlanır uçardım

bu duygular içinde ah bir çocuk olsaydım

umutlarım yel oldu gözyaşlarım sel oldu

yaşamak azap oldu ah bir çocuk olsaydım

nerede o saf dostluklar nereye kayboldular

o çocukluk günlerim mazide mi kaldılar”

şarkısı çalmaya başlayınca birden bire bundan 50 yıl öncesine gittik ve o masum çocukluk anılarımızı bir kez daha hafızalarımızda canlandırdık.

Bir sinema filminde erkek sanatçı karşısındakine "Bazen bir şarkı çalar ve sen milyonlarca hayal kurarsın" şeklinde his dünyamızı alt üst eden bir ifade kullanmıştı.

Kurtulmaya çalıştığımız Koronavirüs belası sayesinde farkına vardık ki İster dünyanın en zengin insanı olsun, ister herkesin karşısında titrediği bir yönetici olsun isterse bütün gününü aç susuz geçirmek zorunda kalan bir yoksul vatandaş olsun tamamının çocukluk ile ilgili milyonlarca hatırası olduğu bir gerçek.

 Bir anneden dünyaya gelen çocuk bakıyorsunuz daha doğumda annesini kaybediyor, yıllar içerisinde meydana gelen talihsiz kazalar ve doğal felaketler dolayısı ile bırakın anne-baba ve kardeşlerini bütün akrabalarını kaybeden ve bütün hayatını yalnız başına geçirmek zorunda kalan çocuklar biliyoruz.

Birde bütün çocukluk ve gençlik dönemini annesi-babası-kardeşleri ve diğer aile fertleri ile geçirme şansını bulan aile olma şansını yakalayan ve bu şansı dolayısı ile hayata daha mutlu daha dirençli hazırlanan çocukları biliyoruz.

Bizde ikinci şıkta bulunan yani çocukluk-ergenlik ve gençlik dönemlerini Annemizin-babamızın himayesinde kardeşlerimiz ile son derece mutlu ve keyifli bir şekilde geçirme şansını yakalama başarısını gösteren bir fert olarak geçirdik bunun içinde çocukluktan itibaren sürekli "Allahım sana şükürler olsun ki beni böyle mutlu bir aile ortamına dahil ettin" diye dua ettiğimizi biliyoruz.

Herkes çocukluk döneminde acı-tatlı pek çok hatıra yaşamıştır, Bizim çocukluk dönemimiz henüz köyden, kente göçün üst seviyelerde başlamadığı, Çok çocuklu ailelerin geniş evlerde dede-nine ile birlikte hayat sürdüğü mutlu zamanlardı.

Bizim çocukluğumuzda bu kadar beton yoktu, aşağıdan baktığımızda yukarısı görünmeyen bu yüzden de kaç katlı olduğunu bilemediğimiz yüksek binalarda yoktu, Para şimdiki kadar değerli değildi, belki de yaşımız itibarı ile para ile işimizde yoktu.

Çocukluğumuzda yağmur sonrası burnumuza gelen o mis gibi toprak kokusunu bugün artık bulabilmek nerede  ise mümkün değil, Her tarafın beton ile kaplandığı bir dünyada yağmurda yağacak toprak bulamayınca o müthiş toprak kokusu da yıllar içerisinde kayboldu gitti.

Çok güzel arkadaşlarımız vardı, Annesinin verdiği bir lokma ekmeği arkadaşları ile bölüşen, kavganın, tartışmanın olmadığı zamanlarda yaşıyorduk, elektrik henüz yok,  aydınlatma çoğu kez gaz lambaları ile yapılıyor, Çeşmeler, tuvaletler evin dışında, Kimilerinin bahçe duvarı, kimilerinin çeper, kimilerinin de Hayat dediği muhafazalı, bahçeli evler halen daha dün gibi hatırımızda.

Erzincan’da çocukluğumuzun geçtiği Devlet Demir Yolları'nın lojmanlarında bahçesinde onlarca nefis meyve ağacının bulunduğu hareket memuru Nuri amca ve çocukları yaşardı.

Evinin bahçesindeki meyve ağaçlarına bin bir ihtimam ile bakan Nuri amcanın çocukları da bizim yaşıtımız olduklarından ve bizim meyveye, şekere, çikolataya verecek paramız olmadığından gecenin bir saatinde Nuri amcanın çocukları ile birlikte kendi bahçelerine girip ağaçların dallarından kopardığımız meyveleri mahallenin bütün çocukları ile birlikte büyük bir keyif ile yerken, Nuri amcanın da bu durumdan haberdar olduğunu ancak hiç haberi yokmuş gibi davrandığını çok uzun yıllar sonunda öğrendik.

Siyah beyaz filmler oynatan yazlık sinemaları hatırlıyoruz. Hava karardıktan sonra elimizden tutan babamızın güven veren sevgisi ve mahalle halkı ile beraber girdiğimiz yazlık sinemalarında tanıdık Ayhan Işık’ı, Belgin Doruk’u, Ahmet Tarık Tekçe’yi, Cilalı İbo Feridun Karakaya’yı, Necdet Tosun’u, Hüseyin Baradan’ı, Hulusi Kentmen’i.

Rahmetli annemin 5 erkek çocuğu aynı anda ağaçtan yapılmış tekneye nasıl sığdırıp hepimizi tertemiz banyo yaptırdığını henüz daha kavrayabilmiş değiliz.

Bir yazımızda daha belirtmiştik. Bizim çocukluğumuzda banyo yapılacak suyun ayarının yapılması 'suyu harmutlamak' diye söylenirdi.

Rahmetli annem de belki ev toplamanın ve 7 kardeş ile uğraşmanın telaşından banyo yapacağımız suyu tam olarak harmutlayamadığı zamanda elindeki maşrapadan başımıza döktüğü suyun sıcaklığı karşısında avaz avaz “yandık” diye bağırdığımızda 'kesin sesinizi yehtiler' diye maşrapayı kafamıza vurur, biraz sonra buz gibi üzerimize gelen su vesilesi ile bu kez 'donduk' diye bağırınca yine maşrapayı kafamıza yediğimiz o masum günleri asla unutmuyoruz.

Gendime çorbasını, ayran aşını, Erzincan’ın aradan 50 yıl geçmesine rağmen tadı halen damağımızda duran müthiş kavurmasını, tulum peynirini, sabah kahvaltısından sonra okula yetişmek için 7 kilometrelik yolu koşa koşa tamamladığımızı dün gibi hatırlıyoruz.

Bizim çocukluğumuza dair iyi anılarımız, kötü anılarımıza göre çok daha fazla olmuştur. Aslında kötü anımız yok bile denilebilir. Bu yüzden olsa gerek çocukluk yıllarımız ile ilgili anlatacağımız o kadar güzel yaşanmışlıklarımız var ki yazmaya çalışsak ciltler dolusu kitap olur.

Koronavirüs salgını dolayısı ile geçmiş hatıralarımıza doğru yol aşırken Bir gün baktık ki büyümüşüz, çocukluğumuz ise bir daha asla bulamayacağımız kadar uzaklara gitmiş.

Çocukluğumuzu aramanın beyhude bir çaba olduğunun farkına varmış olsak da araya ergenlik çağı, gençlik çağı, olgunluk çağı, şimdilerde ise yaşlılık çağı gibi bizim hiç istemediğimiz zaman dilimleri girince, hiç durmadan 'Geçti günler bir su gibi/Neredeydik nerelere geldik' mısralarını tekrarlayıp duruyoruz.

Bir daha çocukluğumuza dönme imkanımız elbette ki yok.

Çocuk olmak gibi bir şansımız da yok.

Bütün bu kadar karışıklık içerisinde hiç değilse bugün hayatta olan çocukluk arkadaşlarımız ile bir araya gelme ihtimali bile bize müthiş bir heyecan veriyor.

Ancak o arkadaşlarımızı da bulabileceğimizi hiç sanmıyoruz.

Zaman sudan daha çabuk geçip gitmiş zira.