Kırmızı MAN


Süslü Hüseyin, kırmızı MAN kamyonu silerek, pırıl pırıl ateş gibi yapmıştı. İşi bitince babama döndü.
"Ömer abi, Rize'den çayı yükledim, geldim. Yarın sabah Ankara'ya doğru yola çıkacağız."
Trabzon Çömlekçi'de bulunan Sümer Lokantası'nın önünde otururken, babam bana yaklaştı.
"İlkokulu bitirmenin hediyesi, haydi sabah bizimle geliyorsun." dedi.
Artık hiçbir yere sığmıyordum. Kırmızı MAN ile uzun yola çıkacağım. Herkese bağırmak geliyordu içimden. Gördüğüme söylüyordum.
"Oğlum, ben yarın sabah Kırmızı MAN ile Ankara'ya gidiyorum."
"Kırmızı MAN ile gece gündüz yol gideceğiz."
"Artık beni beklemeyin, Kırmızı MAN ile uzun yola çıkıyorum."
Gece evde bile yatmadım. Lokantanın üst katında bulunan malzemelerin üzerinde uyumuşum. Yaz başı, 70'li yılların sonu ve ramazan günü, sabah uyandığım gibi Kırmızı MAN'ın yanına gittim. Kıpkırmızı idi, alev gibi yanıyordu. Sırtımı dayadım ve ona seslendim.
"Hey Kırmızı MAN! Beni nereye götüreceksin?"
"Ben bir yer bilmem ki. Şoför nereye sürerse, ben oraya giderim."
"İstanbul'a gider misin?"
"İstersen giderim."
"Orada çok insan varmış, denizin üstünden geçen köprü varmış, camiler, müzeler varmış."
"Sen bunları nereden biliyorsun?"
"Ben 5.sınıfı bitirdim. Okulda İstanbul'u öğretmenimiz çok anlattı. Ben de çok merak ediyorum."
Kamyon cevap vermeden, Süslü Hüseyin ve babamın geldiğini görünce hemen kamyona bindim. Bütün yolcular tamamdı ve yolculuk başladı.
Trabzon'da tünelden çıkınca, Karadeniz sağımızda kalacak şekilde denizi seyrede seyrede gidiyorduk. Gece beni uyutmayan heyecanım, yerini meraka bırakmıştı. Ama gözlerim daha dayanamamış, uykuya dalmıştım. Saatler sonra Çarşamba'da gözümü açtım. Babam amcasını ararken, araba bozuk yola girdi. Sarsıntı ile uyandım. Bir selamdan sonra yine yola revan olmuştuk.
Uzun süre gittikten sonra Süslü Hüseyin, Elmadağı'na geldiğimizi söyledi.
"Ömer abi, bu dağ arabayı bitirir. Biz yavaş yavaş tepedeki fabrikaya, arabayı hararet yaptırmadan çıkarmalıyız."
Arabalar sanki bir ipe dizilmiş gibi kıvrım kıvrım olmuş yoldan, bir taraf tepeye doğru tırmanırken, bir taraf ise daha rahat biçimde tepeden aşağıya doğru iniyordu. Bir anda Süslü Hüseyin heyecan ile babama talimat verdi.
"Abi, Mustafa yolun kenarında kalmış, çabuk su bidonunu ona at."
Babam talimatı aldığı gibi koltuğun arkasındaki su bidonunu yol kenarındaki arabanın önüne doğru attı.
Sonunda Elmadağ Çay Fabrikasına gelmiştik. O zaman ki aklım ile şu soruyu da sormuştum.
"Çay Rize'de, fabrika niye burada?"
Aklımın ermediği sorulara cevap da beklemedim.
Yine Kırmızı MAN'a binmiş, Kastamonu'ya yük almaya gidiyoruz.
"Kırmızı MAN, senin aklına gelen ya da cevabını merak ettiğin soru oluyor mu?"
"Benim aklım yok ki. Ben içine motor konulmuş, bir kaportayım."
"Ama benim aklıma çok soru geliyor. Sormak, öğrenmek istiyorum. Okulda öğretmenim birçok sorumuza cevap veriyor. Ama başkaları 'Git başımdan, seninle uğraşamam,' diyor."
"Öğrenmek istiyorsan sor, ama soru cevabını bilene sorulur."
"Kırmızı MAN, bak Kastamonu içinden ne güzel bir dere akıyor. Hemen sormak istiyorum bu derenin ismi nedir, ama bunu ne Süslü abi bilir ne de babam."
Yollar bitmek bilmiyordu. Türkiye'nin kuzeyinden güneyine yol alıyorduk.
"Kırmızı MAN, şu yola bak dümdüz, yolun sonu görülmüyor."
"Burayı biliyorum. Burası Konya, buradan çok geçtim. Türkiye'nin ortası ve en düz yeri burası olmalı."
"Evet. Öğretmenim bize anlatmıştı Konya'yı. Burası bir ova. Ova nedir bilir misin sen MAN?"
"Ben çok bilmem ki."
"MAN, ben sana öğreteyim mi? Benim sosyal dersim çok iyi idi."
Başladım Kırmızı MAN'a anlatmaya. Bir dinleyen olunca ne güzel anlatılıyordu. Sonunda Adana'da bir fabrikaya geldik. Hava adeta yanıyordu. Fabrikanın her köşe başında su akan, duş yerleri vardı. Suyun altına üstümdeki elbiseler ile bir giriyor ve çıktıktan 5 dakika sonra yine kuruyordum. Saatler süren bu oyunumun sonunda babam seslendi.
"Haydi, bakalım, İstanbul'a gidiyoruz. "
Adana'dan yola çıkınca yüreğim kıpır kıpır oldu. Çünkü artık en çok görmek istediğim yer İstanbul'a gidecektik.
"Kırmızı MAN, biliyor musun İstanbul'a gidiyoruz. İstanbul bu millete yüzyıllar başkentlik yapmış. İnsanlık var oldukça İstanbul da vardır herhalde."
"Ben İstanbul'a çok gittim." dedi MAN.
"Ben hayatımda ilk defa gideceğim. Çok heyecanlıyım."
O çocukça heyecan ile de uyuya kalmışım. Yol bir türlü bitmiyordu. Kaç kere uyuyup kaç kere uyandığımı bile hatırlamıyorum. Süslü Hüseyin bu yolları çok iyi biliyordu.
"Biraz sonra iki kıtayı birbirine bağlayan Boğaziçi Köprüsü’nden geçeceğiz." dedi.
Onun bu söyleminden sonra adeta ön cama yapıştım. Sağda, solda, önde köprü arıyorum. Bir anda bir tepenin ardında iki dev direk görüldü.
"Bakın köprünün ayakları görüldü." dedi Süslü Hüseyin.
"Kırmızı MAN, sen de gör. Bu köprü var ya, Türkiye’nin ilk asma köprüsü. Dünyada bunlardan bir kaç tane var." köprü ile ilgili bildiklerimi MAN'a anlatıyordum ki, köprüye girmek için bir kulübenin yanında durduk.
"Hüseyin amca niye durduk?"
"Bu köprü paralı, burada para ödeyeceğiz. Ondan sonra geçeceğiz."
Köprünün altındaki gemiler çok küçük görülüyordu.
"Çok yüksekteyiz. Gemiler küçücük görülüyor. Şu taş binalara bakın. A! Bu boğaz bizim derelerin daha genişine benziyor." aklıma her geleni söylüyordum.
Birkaç gün sonra Trabzon'a dönüş yoluna girdik.
"Kırmızı MAN, İstanbul öğretmenimin anlattığı gibi çok güzelmiş."
"Neyini beğendin ki ben kamyonlar garajında bir şey görmedim."
"Senin gibi büyük araçların şehir içine girmesi yasak, onun için sen göremedin. Bak ben sana anlatayım."
"Anlat bakalım."
"Bir büyük camiye gittik. Hemen denizin kenarında idi. Önünde o kadar çok güvercin vardı ki hiç kaçmıyorlardı. Ben onların içinde koştukça, havalanıp yine yere konuyorlar. Bu caminin kendisi çok eski ama adı Yeni Camii. Bu caminin önünde kapalı bir çarşı vardı 'Çok büyük bir yer,' dedim ama buradan çıktık, açık çarşıdan geçtik daha da büyük bir kapalı çarşıya girdik. Sonra Sultan Süleyman’ın camisini bulduk. Biliyor musun caminin içinde bir köşeden bir köşeye koşmak ne güzeldi. İstanbul'da camiler çok büyük MAN."
"İstanbul'u çok sevdin herhalde?"
"İstanbul sevilmez mi? Ama çok kalabalık, insan sesleri, araba sesleri, vapur sesleri, her şeyden ses çıkıyor."
Küçük adımlar ile adımladığım İstanbul'u ben anlata anlata bitiremiyorum, Kırmızı MAN ise dinlemeye doyamıyordu. Ama günler süren yol bitmişti.
"Hoşça kal Kırmızı MAN! "