Etrafımızda olup bitenleri ortalama bir Türk vatandaşı kafası ile şaşkınlıkla bir o kadarda endişe ile seyrediyor, anlamlandırmaya çalışıyor, olup bitenleri bir yere konuşlandırmaya çalışıyoruz, Ancak belli bir süre sonra gördüklereimizin bizim zihnimizi de allak bullak ettiğinin farkına varınca işin ucunu bırakmak durumunda kalıyoruz.
Gülten Akın’ın
“Ah, kimselerin vakti yok/
Durup ince şeyleri anlamaya/
Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar/
Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya/
Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı/
Bakıp kapatıyorlar/
Geceye giriyor türküler ve ince şeyler”
dediği günlerdeyiz.
Şu sıralar ortalık toz duman,
kimse kimseyi dinlemiyor,
Anlatılanları kimsenin duyacağı yok,
Zaten duysa da söze, fikre itibar eden kalmamış.
Etrafımızı kuşatan ateş çemberini yarabilmek, bizim atacağımız yada atamayacağımız adımlar ile hayat bulacağına inandığımız daha da önemlisi bizim galibiyetimizden keyif alan, yenilgilerimizden üzülen Türk-İslam Coğrafyasındaki milyarlarca kardeşimiz için bile kafamızı kaldırıp bakacak durumdan her gün biraz daha uzaklaşmanın hüznü ile uzaklara bakıp duruyoruz.
Aliya İzzetbegoviç bizim için “Tabuta Konmuş olsa da toprağa gömülmediği sürece Türkler tek güvencemizdir” diyerek Türk milletinin mazlum milletlerin sığınacağı ne kadar büyük bir liman,arkalarında duracağı kocaman bir Kale duvarı gibi olduğunu bu yüzden de bütün mazlum milletlerin umudu olan Türkiye Cumhuriyetinin “Süper Güç” olmak gibi bir mecburiyetinin olduğunu hemen her platformda anlatmaya çalışıyordu.
12 Eylül ihtilal günlerinde mecburi ikamet olarak gitmek zorunda kaldığımız Avrupa’da dünyanın pek çok ülkesinden bir şekilde bizim gibi Avrupa ülkelerine gelmek zorunda kalan insanlar ile konuşup kendimizi “Biz Türk’üz ve kendimizi Avrupa’nın bir parçası olarak görüyoruz “ diye takdim etmemize rağmen etrafımızda bulunanların bir tamamı sanki ağız birliği etmişcesine “Hayır Sen Avrupalı değil yüzde yüz Asyalısın,bulunduğun Coğrafya da zaten Avrupa değil daha çok Asya” cevabını veriyorlardı.
O zamanlarda da şimdi de bizim “Asyalı olmaktan” asla gocunmadığımızı hatta çok sevdiğimiz dostlarımız için “Sen Orta Asya’nın emaneti, Çekik gözlüm” ifadesini bir ömür boyu kullandığımızı yakın çevremizde bulunan herkes bilir.
Ancak başta Rahmetli Aliya İzzetbegoviç olmak üzere dünyada yaşayan milyarlarca Türk-İslam nüfusunun tek umudu olan Türkiye Cumhuriyetinin de kendisinden beklenilenleri yerine getirebilmek adına Avrupalı gibi olması daha da önemlisi Avrupalı gibi düşünmesi gerekiyor.
Şu sıralar hepimiz biliyoruz ki artık dünyada Savaşlar, topla-tüfekle yapılmıyor, Elbette bu zor coğrafyada tutunabilmek adına kuvvetli bir orduya, son derece modern savaş araç-gerecine ihtiyaç var ancak Arap baharı denilen ve ülkelerin sınırlarını, başkanlarını, yönetimlerini değiştiren kasırganın bir sosyal medya hesabından başladığı gerçeğini de unutmadığımızda iş yine dönüp dolaşıp Teknolojiye dayanıyor.
Biz bu yüzden “Attan inip terene binmekte geç kaldık” ifadesini çok ama çok önemli buluyoruz, Trene binememe hadi biraz yumuşatalım trene geç binme ifadesinin altında Anayasanın ülkemize Magna Karta’dan 600 yıl , Matbaanın 300 yıl gecikmeli gelmesine bağlı olarak binlerce olumsuz etken sayabiliriz.
Kabul etmek gerekir ki bizim “Mazlum milletler” olarak bildiğimiz devletlerin bir tamamının “Ayakları üzerinde duran, etrafına güven veren” bir Türkiye’ye her zamankinden daha fazla ihtiyacı bulunmaktadır, Dikkat edin en basit hali ile başta Fenerbahçe-Galatasaray –Beşiktaş –Trabzonspor başta olmak üzere diğer kulüplerimizin Futbol-basketbol -voleybol milli takımlarımızın bir başarısından hemen sonra seyircilerimizin yurt içinde meydanlara döküldüğü anda Kosova’da-Üsküp’te-Bakü’de, İslamabad’ta, Yeni Delhi’de-Bişkek’te-Astana’da-Buhara’da daha da açık bir ifade ile dünyanın neresinde kendisini Müslüman ve Türk hisseden kim varsa tamamı sokaklara dökülüyor bizim sevinçlerimizle keyifleniyor, bizim dertlerimizde hüzünleniyorlar.
Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyetinin bugün kendisinden çok dünya üzerinde var olan kardeşlerine katkı sağlamak adına bu zamana kadar bir şekilde kaybettiği zamanı bundan sonra çok daha kısa bir zaman zarfında kazanması ve aradaki yüz yıllık iki yüz yıllık geç kalmış mesafeyi de kapatmak zorundadır.
Türkiye Cumhuriyetine dolayısı ile Türk milletine bağlanan umudu en güzel bir şekilde Yavuz Bülent Bakiler’in “Bizim Türkümüz” isimli şiirinde görüyoruz, Bakiler Türk-İslam Coğrafyasının içerisinde bulunduğu zorluğu “Kerkük’te kurşunlar ansızın bizi vurur/Sürüklenir sokaklarda başsız cesetlerimiz/Zulüm bir hançer gibi içimize oturur/Bir mağara devrinden arta kalan insanlar/Kerkük’te kan kusturur…/Uzar gider bir sessizlik içinde/Bir uçtan bir uca Türkistan toprakları/Beyaz altın dediğimiz pamuk tarlalarına/Çöreklenir yedi başlı kızıl yılan/Baş kaldırsa esarete yeni bir Osman Batur Han/Bebekler bile vurulur beşiklerinde/Kana boyanır Türkistan.” dizelerinde kardeşlerimizin nasıl zor durumda olduğunu adeta tokat gibi yüzümüze vurur, bu yüzüstü durumunu da Necip Fazıl “Yüzüstü çok süründün ayağa kalk SAKARYA” diyerek Türkiye’nin ayağa kalkması ile dünyadaki pek çok mazlum milletin kaderinin de değişeceğini anlatmaya çalışır.
Dışarıda mesafe alabilmek ve kaybettiğimiz zamanı kazanabilmek adına içeride bir olmak-beraber olmak-aynı noktaya koşmak, Aynı sevinçler etrafında toplanmak, aynı üzüntüler ile dertlenmek gibi bir hedef birliği koymak mecburiyeti vardır, Ancak siyasetin bu kadar ortadan bölündüğü bir Türkiye’de sözünü ettiğimiz ihtiyacımız olan Teknolojiye nasıl kavuşacağımızı ve kavuşacağımız teknoloji ile mazlum milletlerin hayatına olumlu yönde nasıl katkı sunacağımızı bilemiyoruz.
Türkiye artık uzun yıllardır üzerinde olduğu Attan çok çabuk bir şekilde inip trene binmeli yani Teknoloji ile çok kısa bir zamanda tanışmalıdır, Bize hiçbir faydası olmayan, kısır iç çekişmelerden bir an önce vaz geçilmeli, seviyesine gelmeye çalıştığımız Avrupa ülkelerinin takip ettiği yolu izleyerek hedeflediğimiz amaca ulaşmalıyız.
Hollanda’da-Almanya’da bugün artık dev olmuş pek çok ülkede petrol yok, yer altı yada yer üstü maden yok ancak bu ülkelerde “Akıl var, teknoloji var, bilim var” Teknolojiyi takip eden, çağı yakalayan ve “trene binmeyi” başaran bu ülkeler şu sıralarda sınırları içerisinde yaşayan vatandaşlarına en iyi hayatı sağlamanın peşindeler.
Hal böyle olunca bizde uzun yıllardır kendimize hedef koyduğumuz “Beyaz sarayın bahçesinde atımıza ot yedirme” ülküsünden vazgeçmemekle beraber artık bu yolculuğun at ile olmayacağının farkına vardık,Trene bineceğiz,
Beyaz saraya trenle gitmeyi deneyeceğiz…