Kalkıp gidemediğimiz yerlere dalıp gitmek.

Korona günlerinde vakit bol, böyle bir zamanda uykuya ayırdığımız zaman daha fazla, saat 10.00 gibi gözlerimizi açtık ki Sibel Can "Çok geç kalmışız canım, vakit bu vakit değil/Eski radyolar gibi, çatıya saklanmış aşk/Öyle sanmışız canım, artık ölümsüz değil/Leyla ile Mecnun gibi, çoktan masal olmuş aşk/Lale devri çocuklarıyız biz, zamanımız geçmiş/Aşk şarabından kim bilir en son, hangi şanslı içmiş" şarkısını söylüyor ve bizim aklımıza "Bazen bir şarkı çalar sen binlerce şey hissedersin."ifadesi geliyor..

Bir kaç kez daha belirttiğimiz gibi böylesi zamanlar insanın iç dünyası ile daha fazla hesaplaştığı ancak hiç bir sonuca varamdaığı anlardır, bizde duygusal yapımızdan kaynaklanıyor olsa gerek sürekli geçmişte yaşadığımız acı yada tatlı günleri hatırlıyor bazen seviniyor, bazen üzülüyor kimi zamanda "kalkıp gidemediğimiz yerlere dalıp gidiyoruz"

Biz yedi çocuklu bir ailenin üçüncü ferdi olarak olarak Erzincan’ın Kemah ilçesinde dünyaya geldik, Bizden önce dünyaya gelen üç kardeşimizin doğumdan belli süreler sonra hayatlarını kaybetmesi sonrası dünyaya geldiğimiz için el bebek-gül bebek bakılan orta halli, tek maaşlı, Demiryolcu bir babanın ve okuması yazması olmayan bir annenin yedi çocuğundan birisi olarak gözlerimizi dünyaya açtığımız zamanlarda bambaşka bir dünya bambaşka bir Türkiye vardı.

Okuma yazması olmayan ancak bütün çocuklarını okutmak gibi bir derdi olan rahmetli annemizin o yıllarda olmayan olsa da son derece kısıtlı imkanlar ile  bir sürü çocuğu sabah erken saatlerde uyandırıp, hepsinin teker teker elini yüzünü yıkayıp, kahvaltılarını yaptırdıktan sonra evimizden hatırı sayılır bir uzaklıkta bulunan okula gönderirken aldığı keyfi bugün bile hatırlıyor ve o günleri çok ama çok özlüyoruz.

Akşam yemeklerinde kurulan yer sofrasının etrafında daha önceden tandırda pişirilmiş lavaş ekmeğe anne-baba ile birlikte hücum eden yedi çocuğun kocaman bir tencerede kaynamış çoğunlukla çorba yada sulu yemekten biraz daha fazla alabilmek adına ortaya çıkan “kaşık şıkırtılarının” ahengi daha bugün gibi hatırımızdadır.

O günlerde bugün olduğu gibi sabah kahvaltısında yada öğlen ve akşam yemekleri öncesi herkes için açılan çatal-kaşık-bıçak servisi yok, bir şekilde alınmış “tahta kaşıklar” ile dibi belli olmayan tek tencereden keyifle çıkartılan bir en fazla iki çeşit yemek soranın etrafında kümelenmiş dokuz kişi için adeta “düşman çatlatan” bir birliktelik oluyordu.

Sabah 10-12 kilometre uzaklıktaki okulumuza ulaşabilmek için evin kapısında n geçen ve “dolmuş”  denilen araçlara bindiğimizde araç sahibi “Sen para verme, dolmuşa binen yolculardan parayı topla, bana ulaştır” dediğinde daha ortaokul yıllarından itibaren hem okula ulaşımı bedavaya getirmiş bir taraftan da dolmuş sahibinin verdiği ufak tefek bahşişlerle para kazanmaya bile başlamıştık.

O günlerde bizim Erzincan’da eğitim aldığımız Erzincan Ortaokulu da diğer okullar gibi sabahtan akşama kadar, öğlenden sonra derse başlanıncaya kadar arada bir saat boşluk var, yemek yemek, gıda almak lazım ancak bizimle birlikte sabah evden okula uğurlanan altı kardeşimizin de aynı derdinin olduğu yıllardan bahsediyoruz.

Biraz araştırma yaptıktan sonra yarı lokanta yarı kahvehane gibi bir yer keşfetmiştik, keşfettiğimiz yerde iki yüzelli gram üzüm, çeyrek ekmek ve şimdi olup olmadığını bilmediğimiz Elvan gazozunun yetmiş beş kuruşa verildiğini öğrendik, o günden sonra da okula gelirken muavinlik görevinin de yaptığımız dolmuş şoförüne “Bana her gün yetmiş beş kuruş verebilirsen sayende iki yüzelli gram üzüm, çeyrek ekmek yiyebileceğim yanında da tadı dillere destan olan elvan gazozunu içebileceğim” dediğim gün dolmuş sahibinin gözlerinden akan yaşlara bir türlü anlam vermemiştim.

Dışarıda bu mücadele devam eder ve yıllar su gibi akıp giderken bir gün akşam yemeği için yer sofrasının etrafında elimizde tahta kaşık ortaya konulacak olan o günkü yemeğe kaşık sallamak için beklerken sofrada 11 adet tabak tabağın yanında da tabak sayısı kadar demir kaşık gördük, o şaşkınlıkla rahmetli anneme “bunlarda nedir” diye sorduğumda annem “ iki gün önce  eve Hüseyin Öğretmen ve hanımı geldiler, bundan sonra kahvaltı ve yemeklerin tek bir tencerede yenilmesinin sağlıklı olmadığını ve herkesin tabağının, kaşığının ayrı olması gerektiğini söylediler, bizde dün bu tabak ve kaşıkları aldık, bugün üç çeşit yemek var, Hüseyin Öğretmen ve eşide birazdan gelecek, onlarla birlikte hepimiz yemeğimizi ayrı tabaklarda yiyeceğiz” ifadesi bizim hayatımızda ilk ve en büyük değişim olmuştu.

Biz o akşam  Hüseyin öğretmen ve eşi ile birlikte belki de son kez yer sofrasında 11 kişi ayrı tabaklarda yemek yedik, herkes ilk defa diğer kardeşleri ile birlikte aynı bardağı kullanmadı, kendisine özel bardaktan suyu içti, Zaten birkaç gün sonra da yemeğimizi  o muhteşem yer sofrasında değil boyumuzun zaman zaman ulaşamadığı masada yemeğe başladık.

Babamın tayininin Erzincan’dan, Kayseri’ye çıkması bizim değişime en fazla uğradığımız yerdi, Erzincan’dan Erzurum istikametine doğru  12 kilometre uzaklıktaki Çiftlik ve Karadiğin köyleri arasındaki Altınbaşak tren istasyonunda kış gelmeden iki yada üç koyunun kavurma yapılıp bütün kış mevsiminde Erzincan’ın meşhur “Tulum peyniri” ile çocukluk yıllarından ergenlik dönemine “merhaba” diyen yedi  çocuklu bir aile için Kayseri bambaşka anlamlar ihtiva ediyordu.

Kavurma ve Erzincan tulum peyniri sonrası biz renk renk reçelleri, Beyaz ekmeği, kahvaltıda çay bardağının altına konulan tabak ve peçeteleri, kesme şekeri ,kahvaltı ve öğün yemekleri ile ilgili o güne kadar görmediğimiz ne kadar “tat” varsa tamamını Kayseri’de gördük.

Kayseri bizim genç olmaya başladığımız, İspanyol paça pantolonları, Apartman topuk ayakkabıları tanıdığımız günlere denk geliyor, daha iyi elbiseler alabilmek adına başta yaz tatilleri olmak üzere okuldan kalan bütün zamanlarda bulduğumuz bütün kahvehanelerde garsonluk yaptığımız günlerde bir taraftan yeni hayata alışmaya çalışırken diğer taraftan da alıştığımız geleneklerden teker teker uzak düştüğümüzün de üzülerek farkına varıyor ancak hiçbir şey yapamıyorduk.

Kayseri sonrasını bir başka yazıda anlatmak istiyoruz ancak o günlerden sonra “yamalı çorapları, tabanlarına pençe atılmış ayakkabıları, dirsekleri yırtılmış ceketleri” özlesek te bir daha asla bulamayacağımızın da farkına varmaya başlamıştık.

Değişim o gün bu gündür hayatımızın her alanında kendisini gösteriyor, geçen yıllar içerisinde geleneklerimize, göreneklerimizde meydana gelen değişiklikler herkesin hayatını çok büyük oranda değiştiriyor ve geriye dönmeye asla imkan vermiyor.

Bayramların tatil olmaya başladığını ve bu akıma maalesef bizimde katılmak zorunda kaldığımızı geçen günlerde yazmıştım, Herkesi önüne katan değişim rüzgarının bizi nerelere savuracağını, nerelere atacağını asla bilmiyoruz, dört kardeşimizle birlikte aynı yer yatağında “ayak-kıltık” denilen şekilde yatıp uyuduğumuz günlerden şimdi son derece geniş ancak birbirimizi bulamadığımız  evlerde yaşamanın verdiği şaşkınlığın bizi daha nerelere kadar götüreceğini inanın bizde bilmiyoruz.

Bizde böylesi evlere hapsolduğumuz zamanlarda kalkıp gidemediğimiz yerlere dalıp gitmek durumunda kalıyoruz.

Şimdilik başka çare yok..

NOT: "Kalkıp gidemediğimiz yerlere dalıp gideriz" ifadesi İsmail Nazlı kardeşimiz twitter hesabındaki ifadesidir.