17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelen ve “Asrın Felaketi” olarak tanımlanan Marmara depremini birebir yaşamış bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak cuma günü İzmir’de meydana gelen İzmir depremini ve depremden sonra şahit olduklarımızı gözyaşları içerisinde takip ediyoruz.
Aslında başta deprem olmak üzere meydana gelen ve bizim içimizi yakan bu tür felaketlerin arkasında binlerce, on binlerce hikaye olduğunu biliyoruz, Yurdumuzun bir deprem kuşağında olduğunu dolayısı ile depremden kurtuluş olmadığını da bildiğimizden sözünü ettiğimiz hikayeleri bundan sonra da takip edeceğimizi biliyoruz.
Her deprem felaketi bizim için ayrı bir yıkım oluyor, Depremde kaybettiğimiz canlar, uğradığımız maddi ve manevi yıkımları bundan önceki depremleri tam olarak analiz etme imkanımız olmuyordu zira o dönemler iletişim araçları bu kadar ileri bir düzeyde değildi.
İzmir’den daha önce meydana gelen depremlerden işin doğrusu çok şey öğreniyoruz, Kurtarma ekipleri bir taraftan canla başla enkaz altında kalan canları kurtarmaya çalışırken başta Türkiye’nin her tarafındaki belediyelerde ellerinde var olan tüm imkanları deprem bölgeleri için seferber ediyorlar.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi iletişim araçlarının bu kadar gelişmesi neticesinde İzmir depremini 83 milyon vatandaşımız ile hep birlikte adeta dakika dakika seyrettik, enkaz altında kalan vatandaşlarımız için hep birlikte ağladık, saatler sonra enkaz altından canlı çıkan kardeşlerimiz için birlikte sevindik.
Bundan önceki depremlerde “İnsanı deprem öldürmez binalar öldürür” algısı konuşuluyordu ancak İzmir depreminde artık çok net bir şekilde anlaşıldı ki başta hükümet sonrada yerel yönetimler böylesi depremlerde bir anda un ufak olan binaların imalatında daha dikkatli davranmak durumundadırlar.
Toplum artık bu aşamadan sonra yani İzmir depreminden sonra inşaatlar ile ilgili daha dikkatli davranacaktır, Bundan sonra vatandaşlarımız konut yada işyeri alırlarken inşaatın başta zemin etüdü olmak üzere, kullanılan betondan, demirine kadar tüm detayları ile ilgileneceklerdir.
Böylesi durumlarda vatandaş haklı olarak suçu önce hükümetlerde sonra da yerel yönetimlerde buluyorlar, söz konusu kurumlar belki vatandaşların bu tepkisine kızıyorlar ancak meydana gelen depremlerde anında “tabut” haline gelen bu binalar için izin verenlerde bu kurumlardır.
1999 yılında meydana gelen Marmara depreminin üzerinden 20 yıldan fazla bir zaman geçti, Hepimizi yakıp kül eden Marmara depremi sonrası dilimize pelesenk olan “Kentsel dönüşüm” me hikmetse bir türlü hayata geçirilemedi.
İletişim araçlarının her geçen gün daha da teknolojik aşama kaydetmesi ile bu tür felaketlerdeki en ince detaylar bile gözler önüne seriliyor, İzmir depreminde de dikkat edilirse yıkılan binaların inşaat malzemelerinin kalitesizliği de çok net bir şekilde ortaya çıkartıldı.
Devleti yönetenlerin birinci görevi vatandaşın can ve mal güvenliğini sağlamaktır, meydana gelen her deprem felaketinden birkaç gün sonra her şeyin unutulacağını düşünmek bundan sonra artık mümkün olmayacaktır.
Artık kaçınılmaz olan “Kentsel dönüşümün” bir an önce başlatılması, yapımına başlanılacak olan inşaatların başta yer seçimi olmak üzere diğer denetimlerin eksiksiz bir şekilde yapılmasının sağlanması bizi yönetenlerin birinci görevi olmalıdır.
Bundan önce de belki “bu son olsun, bu ders olsun” şeklinde temennilerde bulunuyorduk, ancak İzmir depreminin bu aşamadan sonra Türkiye Cumhuriyetinin sınırları içerisinde yapılacak olan inşaatlar için bir milat olacağı daha doğrusu bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını çok iyi biliyoruz.
Ders almadığımız her felaketin sonunda sayısız can kaybetmeye artık hiç birimizin tahammülü kalmadı.