Ne kadar hızlı hareket etmeye çalışsak, etrafımızdaki kalabalıklara “bakmayın böyle göründüğümüze yirmilik delikanlılara taş çıkartırız” diye ufak yollu sallasak, kendimizi biraz daha genç ve zinde göstermek adına giyimimize, kuşamımıza dikkat etsek te zaman o acımasız silahını bir türlü ensemizden kaldırmadığı için olduğumuz gibi görünüyoruz.
İçerisinde bulunduğumuz bu şartlar ister istemez bizi daha çok duygusal daha fazla karamsarlığa itiyor, hal böyle olunca da yaşadığımız bu hayat ister istemez yazılarımıza dolayısı ile ruh dünyamıza da olabildiğince sirayet ediyor.
Geçtiğimiz hafta katıldığımız bir toplantıda bize yaklaşan bir vatandaşımız “Yüksel Bey siz beni tanımıyorsunuz ancak ben sizin yazılarınızı hiç aksatmadan okuyorum, siyasetin dışında kalan yazılarımız tam bir “Ağıt “ formatında , sürekli bir yakınma, sürekli bir serzeniş var, anlaşılan yaşadığınız bu hayat sizi çok yormuş olmalı, yazıları okurken inanın bizde çok büyük karamsarlığa bürünüyoruz, içimiz acıyor, bize de günah” dediğinde gülelim mi ağlayalım mı diye inanın bizde şaşırdık kaldık.
Bizi bu şekilde değerlendiren okuyucumuza “gel bakalım önce şuradan demli birer çay alalım” dedikten ve bulduğumuz çayı yudumlarken “ Alışagelmiş söylemlerin dışına çıkıp, düşünerek yaşamını önemini anlatan, insan hayatını daha da anlamlandıran "Böyle buyurdu Zerdüşt" eserinin yazarı Nietzsche "Saygılı, dayanıklı ve kuvvetli bir ruhun ağır yükleri vardır. Onun kuvveti, daima ağırı ve en ağırı ister, galiba benim sıkıntımda yıllar yılı hep en ağır yükü kaldırmaya çalışmak oldu" öğüdünü kendisine ilettikten sonra, ”Dinle” dedik ve başladık anlatmaya.
1980’li yılların başında siyasete ilgi duyan ancak herkesi perişan eden “Toz duman yıllar” dolayısı ile hayatı tehlikeye giren “Genç bir Ülkücü” olarak üzere yurt dışına gitmek zorunda kaldığımız dönemlerde “İdealizmin” en üst noktada olduğu günleri yaşıyorduk.
Sağcı-Solcu-Ülkücü-İslamcı-Muhafazakar yada kendisini herhangi bir dünya görüşüne mensup gören, biraz da ön saflarda yer almış herkesin “mecburi İstikamet” olarak gördüğü Avrupa yolu o günlerde bizim için de olmazsa olmaz bir noktaya gelmişti.
Daha 19 yaşında bıyıkları yeni terlemiş bir Ülkücü olarak bir öğlen vakti cebimize rahmetli Ayvaz Gökdemir’in koyduğu 10 dolar ve Pasaport ile birlikte daha önce hiç görmediğimiz Atatürk o zamanki ismi (Yeşilköy) Havalimanından bindiğimiz uçak dünyanın en büyük havalimanlarından birisi olan Frankfurt havalimanına indiğimizde üzerimize çöken “Garipliğin” bugün bile saniyesi saniyesine hatırlıyoruz.
O yaşta ve hayatta hiçbir düşmanı olmayan Ülkücü bir gencin “memleket davası için” hiç görmediği Almanya’nın Frankfurt şehrine inmesi oradan da Köln-Dortmund başta olmak üzere çok sayıda şehirde “Sürgün” hayatı yaşamasını bugünlerde çevremize anlatmaya kalksak “Yüksel Ercan bırak bu hikayeleri” diyecek çok insan biliyoruz.
O “Sürgün” dönemlerinin üzerinden bugün aşağı yukarı 36 yıl geçti, geçen bu 36 yıl içerisinde dünyanın ve Türkiye’nin geçirdiği değişimle birlikte bizimde fiziki olarak geçirdiğimiz olumsuz süreç bir yana siyaseten “acaba bugün yaşananlar o günlerde yaşadığımız zorluklara değdimi.?” sorusunu daha çok gündeme getirmeye başladı.
O toz duman günlerde her türlü siyasi dünya görüşüne mensup insanları hiçbir ayırıp yapmadan bilmedikleri ülkelere sürgüne gönderen sistem 12 Eylül 1980 tarihinde” 5 Cuntacı General tarafından” yapılan “İhtilal” sonrası bambaşka bir noktaya kadar gelmiş oldu.
12 Eylül 1980 tarihine kadar hemen her gün yüzlerce vatan evladının hayatını kaybettiği sabah solcuyu vuran silahın öğlenden sonra Ülkücüyü vurduğu günlerde var olan anarşinin 13 Eylül 1980 günü yani ihtilalden bir gün sonra “bıçak gibi kesilmesi” maalesef hiç kimse tarafından sorgulanmadı.
Biz o günlerde Yurt dışında Türkiye’de yapılan ihtilal sonrasında olup bitenleri gözyaşları içerisinde ancak “çaresiz” bir şekilde takip ederken bir taraftan da “Türkiye neden böyle.?” sorusuna cevap arayıp duruyorduk.
1983 yılında yapılan seçim ile “Sözde Demokrasiye geçiş” nutuklarının atıldığı günlerde sergilenen “ortaoyununu” gören/anlayan ancak hiçbir şekilde müdahale edememenin çaresizliğini yaşamanın hüznü ile sürecin nereye gideceğini de düşünmeye başlamıştık.
O günlerden bu zamana kadar belirttiğimiz gibi aradan 36 yıl geçti, dünya değişti, Siyaset anlayışı bambaşka noktalara geldi, doğru bildiğimiz pek çok şeyin yanlış, yanlış bildiğimiz pek çok şeyinde doğru olduğunu ancak geçen bu 36 yıl sonrasında öğrenmiş olduk.
Bugün idealizmin yerlerde süründüğü, Kapitalizmin Türkiye dahil nerede ise dünyanın bütün ülkelerini esir aldığı bir süreci yaşıyoruz, böylesi bir noktada kime kızacağımızı , kime gönül koyacağımızı daha da önemlisi kaybettiğimiz kocaman yılların hesabını kime soracağımızı bir türlü bilemiyoruz.
Bütün bu kadar bilinmezlik içerisinde düşünürken çay içtiğimiz bir mekanda Sanatçı Sezen Aksu’nun “Şimdi Bana kaybolan yıllarımı verseler” diye başlayan şarkısını dinleyince hesabı kişi yada kurumlardan çok kendimize sormamız gerektiğini ve çektiğimiz bunca sıkıntının tek sebebinin kendi tercihlerimiz olduğunun farkına acı da olsa varmış olduk.
Bu aşamadan sonra kendi açımızdan artık uğraşacak/mücadele edecek fazlaca bir amacın kalmadığını anlamış olduğumuzdan artık başkaları için koşacağımıza “Eğer bize ihtiyaç varsa buradayız” şeklinde bir felsefe ile yola devam edeceğimizi en azından yakın çevremize iletmenin rahatlığı ile hareket ediyor, sonra da Ozan Arif’in “Eremeden muradıma ahdıma/Veda Etmek üzre Gemi rıhtıma/Ele değil ele kara bahtıma/Darıla darıla geçti bu ömrüm.” mısralarının şu anda içerisinde bulunduğumuz durumu en iyi anlatacak ifade olduğunu da söyleyip geçiyoruz.
Sanatçı Ali Kınık’ta “Bu hayat yordu beni/bildiğin gibi değil” dedikten sonra..