Geçtiğimiz 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günüydü.
Televizyonlarda sosyal medyada gazetelerde neredeyse hiç söz edilmedi.
Ülkenin saatler içinde değişen gündeminde kendine yer bulamadı. Hızlı tüketilen, ham, turfanda, kalitesiz yaşam simetrisi izin vermedi buna.
Oysa tiyatro insanlık tarihinin belki de ilk sanatlarından birisi. İnsan var olduğundan bu yana karşılıklı konuşuyor, iletişim kuruyor, kendi kendine kaldığında gövdesini kendini tanımlamak için kullanıyor. Ses ve konuşma ile gelişiyor.
İlk temelleri antik çağlarda atılan, kuramı üzerinde çalışılan tiyatro uzun asırlar boyunca temel sanatlardan birisi olarak günümüze geldi. İnsanın kendini anlatmasında belki de müzik kadar, nota kadar etkili oldu.
Toplumları harekete geçiren önemli bir araç oldu.
Türklerin tiyatro ile ilişkisi Orta Asya’ya kadar gider.
Çin kaynakları Türklerin oynadıkları seyirlik oyunlardan bahseder.
Bunların Çin kaynaklarından bulunuyor olması bizim utancımız olsa da biliyoruz ki Türkler özellikle evlilik, savaş öncesi hazırlık, doğum gibi törenlerde tiyatroya ait araçları kullanmışlardır. Şaman geleneklerinde tiyatronun gücünü de ihmal etmemek lazım. 1
872 de Namık Kemal’in yazdığı “Vatan yahut Silistre” ilk sahneye konulduğunda seyredenler galeyana gelip sokaklara dökülünce, Namık Kemal Magosa’ya sürgüne gönderilmiştir.
Oyun halkta vatanseverlik ve kahramanlık duygularını harekete geçirmeyi amaçlar.
Eser, Kırım Savaşı 'nda gönüllü olarak cepheye giden sevgilisinin ardından savaş alanında onunla beraber bulunmak ve onunla aynı kaderi paylaşmak için asker kıyafetine girip Silistre Savunması 'na katılan genç bir kızla sevdiği genç adamın aşkı etrafında gelişir.
Namık Kemal, eserdeki olayı 1828 Türk-Rus harbinden alıp 1853 Kırım savaşındaki Silistre muhasarasına uyguladığını bildirmiştir. İlk perdede mekân Manastır, diğer perdelerde ise Silistre’dir. Eseri seyreden herkes sokaklara dökülüyor ve Türk olduğunu haykırıyordu.
Bu eser aslında tiyatronun büyülü gücünü göstermekteydi.
Cumhuriyet’in kuruluşundan hemen sonra 1927 de Muhsin Ertuğrul ile başlayan Tiyatro eğitimi 1940 yılında Konservatuvardan ilk mezunların verilmesi ile bilimsel zemine oturdu.
Halkevleri, köy enstitüleri, Devlet tiyatrolarının kurulması ile tiyatro İstanbul’da azınlık gösterilerinden tüm Türkiye’ye yayıldı. Şaman törenleri, Karagöz Hacivat, kukla gösterileri, meddahlık, orta oyunu ve sonunda çağdaş tiyatro temsillerine uzanan bu tarihi gelişim özellikle 2. Dünya savaşı yıllarında halkı bir araya getirdi.
Türklük bilincinin oluşması, işgale karşı kitlelerin birleştirilmesinde görev yapan tiyatro sanatı, 80’li yıllarda ihtilal ile köşeye sıkıştırıldı.
Sinema büyüsünü bozamamıştı ama televizyonlar tiyatroyu derinden yaraladı.
“İnsanı insana insanca anlatan” tiyatro, sosyal medya ile çok hızlı ulaşılan sanal kalabalıklar ile mücadelesine devam ediyor.
Sanal yalnızlık, klavye şövalyeliği, bencil sadece kendi odası, telefonunda yaşanılan bir hayat biçiminin karşısında el yapımı eldiven kazak gibi, eğer sahip olursanız ayrıcalıklı olduğunuzu hissettiren bir meta gibi farkındalık yaratıyor.
Bu yalnızlıkların, kasvetli yaşamın dışına, sahnede ilk ışık yanıp,ilk replik söylenince çıkıveriyorsunuz. Uzun yıllardır yaşadığınız sadece size ait evrene kibarca konuk oluyor, sizi yeniden hissetmeye zorluyor.
Uzun günler boyunca evde kalıp ilk sokağa çıktığınızda yüzünüze vuran serin ama temiz hava gibi.
Belkide bundan sosyal medya, televizyonlar ondan söz etmeyip onu görmezden geliyor.
Tiyatronun bu sanal dünya ile mücadelesini kim kazanır bilmiyorum.
Bildiğim tek şey insanın insandan başka dostunun, arkadaşının olmadığı.
Günün birinde mutlaka konuşacak, sarılacak, özlediğiniz için ellerini tutup ağlayacağınız bir insan olacak. O gün unutmayın mutlaka tiyatroda olacak.
Tüm tiyatro emekçilerinin, aktörlerin, aktrislerin, seyircilerin ve hala yüreklerinde insana dair şeyler olanların Dünya Tiyatrolar Günü kutlu olsun.