Ömrümüzün 30 ile 50 yaş arasındaki 20 yıllık zaman dilimi tamamen “Yüksel Başkanım kardeşim karakolda kaldı yardım et-Yüksel abi annem hastanede ameliyat olacak, gün alamıyoruz bir çözüm bul- Yüksel Ercan, kardeşim Ehliyet sınavına girecek tanıdık bir hoca varmı-Yüksel başkanım Amcaoğlu Sanat okulunda marangozluk bölümünü kazanmış, Elektrik-Elektronik bölümünü istiyoruz Milli Eğitim müdürü ile görüşürmüsün..” diye başlayan ve önü sonu gelmeyen taleplerin peşine koşmakla geçti.
Daha çok 1990 ila 2010 yılları arasında ortaya çıkan bu duruma kayıpsız kalmak elbette ki mümkün olmazdı, bir taraftan başarısız da olsa bir siyasetçi diğer taraftan yazdıkları okunan bir gazeteci olarak gelen bu taleplere “inanın tanıdığımız kimse de yok elimizden gelen bir şeyde yok” şeklinde cevap vermek gibi bir lüksümüz de olmadığından “Elimizde TUZLUK” koşturduk durduk.
Kabul etmek gerekir ki insanın kendisini bulduğu, kendisi için bir şeyler yapacağı, Evlendiği çocuklarına baba hanımına iyi bir eş anne babasına iyi bir evlat olma yaşı 30 ile 50 yaşları arasındadır, Kime sorsanız herkes “Eğer para kazanacaksan servet yapacaksan bunu 30 yaşından 50 yaşına kadar yapacaksın sonrada keyfine bakacaksın” diyecektir.
Biz tam tersine bir “Hilal-i Ahmer” çerçevesinde 30 yaşımızdan itibaren en verimli olacağımız Anadolu tabiri ile “kendimize gün ağlayacağımız” zamanı inanımızın bir türlü bitip tükenmeyen sorunlarına çözüm bulabilmek adına heba edip durduk.
Sözünü ettiğimiz tarihler arasında biz şahıs olarak iktidar yüzü görmedik, daha doğrusu iktidarda bulunan bir siyasi partinin mensubu hiç olamadık, Dolayısı ile vatandaşlardan gelen yardım talepleri üzerine hemen telefonu kaldırıp derde deva olacak bürokratlara “Şu işimizi çözün” ricasında bulunacak pozisyonumuz hiç olmadı.
2010 yılından sonra yani 50 yaşımızı tamamladıktan sonra vücudumuzun artık 7/24 koşturacak durumda olmadığını, olsa da eski heyecanımızın yerinde yeller estiğini geçte olsa fark etmenin çaresizliğini yaşamaya başladık.
Birkaç kez daha belirttiğimiz gibi hayatımızın son 10 yılında ayağımızı gazdan çekip frene biraz daha basmaya başladık, O zaman zarfında zaten dünya değişti, Türkiye değişti, İnsanlar ve insan davranışları değişti, bu kadar değişim içerisinde bizimde aynı kalmamız zaten beklenemezdi.
Biz kendi hayatımız hiç değilse bundan sonrası için biraz rahat geçsin diye frene bastık ancak geçen bunca yıla rağmen “Yüksel Başkanım kardeşim karakolda kaldı yardım et-Yüksel abi annem hastanede ameliyat olacak, gün alamıyoruz bir çözüm bul- Yüksel Ercan, kardeşim Ehliyet sınavına girecek tanıdık bir hoca varmı-Yüksel başkanım Amcaoğlu Sanat okulunda marangozluk bölümünü kazanmış, Elektrik-Elektronik bölümünü istiyoruz Milli Eğitim müdürü ile görüşürmüsün..”şeklindeki taleplerin başka başka isimler başka başka kurumlar üzerinden sürüp gittiğine de bir kez daha şahit olduk.
Geçen bunca zamana rağmen ihtiyaçların aynı kalması, Türkiye’nin 30 yıl sonra 40 yıl sonra yeniden o zaman var olan sorunları için çözüm aramak zorunda kalması da gerçekten başlı başına bir sosyolojik olay ancak meselenin bu tarafından kimse bakmadığı için sorunlarda hiç değişmeden devam ediyor.
Yunus Emre “Keşke demek için bile geçtir vakit,/Geçti ömrüm bir ah ile içi dolu eyvah ile. “ diyor, Zamanında Yunus Emre’nin de ondan sonra gelenlerinde ömürlerinin AH ile VAH ile geçtiği gibi , bizde bizden sonraki nesillerde muhtemelen aynı şekilde davranmak zorunda kalacak.
Bizim aklımız başımıza biraz geç geldi, Bizim yaşadığımız sıkıntıları, boşu boşuna kaybettiğimiz zamanı geri getirecek yada zamanı geri çevirecek bir cihazımız yok, Dolayısı ile artık ne kadar kaldığını bilmediğimiz ömrümüzün bundan sonrasını AH ile VAH ile geçirmemek adına daha dikkatli hareket ediyoruz.
Elimizden gelen sadece budur.