Sabah uyandığımda hem bir hava almak, hem de yorulan bacaklara spor yaptırmak adına gittiğim gazete bayisinde günlük gazetelerimi alıp, çıkarken kent diye bilinen Kartal'ın ortasında köy usulü bir bakkalda olduğumu fark ediyorum.
Ve lanetlik kan davası denen o kanlı süreçler içinde memleketim Ardahan'a bağlı Göle'nin ortasında kurşunlanarak öldürülen Şükrü amcamın şapkasını bana verip, 'Git şapkamı göster köy bakkalına istediğini al' dediğini bana hatırlatan o bakkalın nasıl olup, İstanbul'un en lüks semtlerinden biri olarak bilinen Kartal'ın ortasında olur diye düşünürken kendimi aynı bakkalın yanında bulunan kafede çay ısmarlarken  buluyorum.
Sabah kahvaltısının çayla birlikte gelmesini beklerken 'Satılık basın' denen lakin günlük olarak bir gazete satın almayan ama cep telefonlarından başını kaldırmayıp, paylaşımları çokta anlamadan tesbih çekercesine beğenip, geçenlerin yan masalarda birbirleri ile yapmaya çalıştıklarını izlerken evimin de bulunduğu mahalleyi inceleme imkanı bulup, karşımda iki dev binanın boş beklediğini fark ettim.
Öğretmen olduğunu ama atanmasının bir türlü gerçekleşmediğini öğrendiğim ve ilk kez bir müşterinin elinde gazete ile cafeye geldiğini belirtip, benimle diyaloga geçen kafe sahibi ile baş başa kalıp, kendisine sorduğum binaların polis binaları olduğu ve bilinmeyen bir nedenle boşaltıldığını öğreniyordum.
Aynı durumun 20 yıldan fazladır boş bekletilen Ardahan Polis Evi'nin başına geldiğini, onca askeri lojmanın çürümeye terk edildiğini bana hatırlatan karşımda ki iki binaya bakarken ismi değiştirilen Harem'de ki kalp hastanesi ve onca köy okulu, sağlık ocağı gibi resmi lojman, binaları aklıma geliyordu.
Ve Şükrü amcamla aynı gün 9 kurşunla vurulup, öldürülen Hamza amcamın gözlerimin önünde yere düştüğü anları hatırlatan özel hayatın içindeki sarsıntıları ve bir dönem Siyah/Beyaz isimli günlük gazetemi çıkardığım Kocaeli'nde 99 Marmara depremini bizzat yaşayan biri olarak kapalı kız kulesi gibi duvarları solmuş, boyaları dökülmüş ve adeta kalbinin durması için bekletilen Harem sahilindeki hastaneyi aklıma getiren yeni mahallemdeki deniz manzaralı binaların akıbetini öğrenmeye çalışıyorum...
Ve son olarak merkez üssü Kütahya'nın Altıntaş ilçesi olan 5.0 büyüklüğünde bir depremin meydana geldiği ve bu depremde Ankara, Eskişehir, Afyon ve Konya'yı da salladığını haberini alıyordum kendi dünyamda yaşadığım depremin sarsıntılarını atlatmakla çabaladığımı bir an öce terk etmek istediğim İstanbul'u tam terk ediyorum derken Attila amcanın davetini alıp, onunla birlikte hayat veren denilen ama öldürmesiyle de ünlü güneşin yakıcı sarı ışıkları ile teslim alan sıcaklığıyla içtiğim biralara teslim oluyordum..
O polis binalarının neden boşaltıldığını az olsun araştırdığım da işin içinde yeni bir rant hesaplarının olduğunu ve 'depreme dayanıklı değil' denerek boşaltılmasının asıl amacın etrafındaki binaları da içine katarak oluşturulacak bir ada ile yeni deniz manzaralı gökdelenler dikmek olduğunu da anlarken yıkanın deprem değil, anlayışın olduğunu da anlıyordum sabah gazetelerimi üç çay ile bitirip, ayrılırken..
Ve aslında kendi kendimi ikna etmek adına mırıldanıp, kalkarken depremler hep olacak ama sarsarken amacın yıkmak için değil uyarmak ve attığın adımı düşünerek atmanı istediği için yaşandığını da düşünüp, işime, aşıma, önüme ve yaşanacaklara bırakıyordum kendimi..