İstanbul'a gidip gezme fırsatı bulan pek çok kimsenin yolu mutlaka boğaza düşmüştür. Bu şansı yakalayanlar, ya bir tekne turu yapıp boğazın eşsiz manzarasını denizden temaşa etmiş, ya Emirgan'daki bir çay bahçesinde boğaza nazır çay yudumlamış, ya da iyot kokusunu içine çeke çeke sahilde yürüyüş yapmışlardır. Bu listeyi tamamlamaya kalksam sayfalar dolusu yazmam gerekir...
Söylemek istediğim şey, bir şekilde yolu boğaza düşen çoğu insanın, bu eşsiz mekana ait güzel hatıralarının olduğudur.
Ne yalan söyleyeyim, boğaza dair benim de güzel hatıralarım mevcut. Hemen hemen her mevsimde ve defalarca boğazda tekne turlarına katıldım, boğazın iki tarafından da seyahatler ettim, Arnavutköy'de balık tuttum, Emirgan'da çay içtim ve Beykoz sahilinde yemek yedim.
Yazının başlığına bakınca bu hatıralarımın birinden bahsedeceğimi düşünenler yanıldılar. Çünkü bu hafta sizlerle boğaziçi ile ilgili acı bir hatıramı paylaşmak istiyorum. Daha spesifik olarak söylemek gerekirse, ülkemizin güzide bir eğitim kurumu olan Boğaziçi Üniversitesinde yıllar önce yaşadığım ve şimdilerde hatırlamak bile istemediğim bir hatıramı paylaşacağım...
2010 yılında, birkaç ay sürecek bir görev için İstanbul'a gitmiş ve ailecek Floryadaki Belediye tesislerine yerleşmiştik. O yıl aynen benim gibi görev için İstanbul'a gelen bir arkadaşım da ailesiyle birlikte Boğaziçi Üniversitesi kampüsündeki misafir lojmanlarından birinde kalıyordu.
Bir hafta sonu bizi ailecek yemeğe davet ettiklerinde memnuniyetle kabul etmiş ve ziyaret günü tam da saatinde arabamızla üniversitenin kampüs kapısına ulaşmıştık. Kapıdaki görevliye kendimi tanıtıp niçin geldiğimizi söylediğimde ilginç bir cevapla karşılaştım. Görevli, "Sen ve çocuklar girebilirsiniz, fakat yanınızdaki bayan giremez" diyordu. Adamın tavrı karşısında çok şaşırmıştım. Yanımdakinin eşim olduğunu söylediğim halde bir türlü içeri girmemize izin vermiyordu.
Bıyıkları neredeyse ağzına girecek kadar uzamış ve sigara içmekten sararmış bu adamın, eşimin içeri girmesine müsade etmemesindeki sebep neydi biliyor musunuz? Çünkü eşim başörtülüydü.
Düşünebiliyor musunuz, hafta sonu olmasına ve lojmanların kampüs içerisinde müstakil bir bölgede bulunmasına rağmen, sırf başı kapalı diye eşimin kampüse girmesine müsade edilmiyordu. Durumdan haberdar olan arkadaşımın gelip bizi kapıdan almasıyla ancak içeri girebildik, fakat bu olay sebebiyle bütün tadımız kaçmış ve akşamımız zehir olmuştu.
Şunu belirtmeliyim ki, bahsettiğim hadise o dönemde aynı sebeple yaşadığımız tek hadise değildi. Sırf eşimin başörtüsü sebebiyle askeri lojmanların kapısında, (o zamanlar Askeriyeye ait olan) GATA'da ve hatta Datça'daki bir alışveriş merkezinde de benzer sorunlar yaşamıştık.
Şüphesiz ki o günlerden bu günlere köprülerin altından çok sular aktı. Birkaç hafta öncesine kadar "Türkiye artık eski Türkiye değil; insanlar daha hoşgörülü ve demokratik, kimse başkasının kıyafeti ile uğraşmıyor" diye düşünüyordum. Ne yazık ki yanılmışım. Önce eski bir milletvekilinin kadınlarımızın başörtüsülerini yıllar sonra tekrar diline dolamasıyla, sonra da Boğaziçi Üniversitesindeki rektör değişimi ile yaşanan hadiselerle bu düşüncem önemli ölçüde yara aldı. İster istemez geleceğe yönelik olumlu manadaki beklentilerim azaldı...
Demek ki bittiğini sandığımız 28 Şubat süreci bitmemiş, sadece biraz üzeri küllenmiş. Hani adamlar "Bu süreç bin yıl devam edecek" diyorlardı ya, galiba doğru söylüyorlarmış.
Çoğumuz, bir nesil ortadan kalkınca bu iş bitecek zannetmiştik. Meğerse o zihniyetin mensupları, ölmeden önce sonrakilere nöbet devri yapıyor, yani kendilerince kutsal saydıkları emaneti arkadan gelenlere bırakıyorlarmış.
Emaneti devralanlar ise, ölü numarası yapıp zamanın tekrar kendilerine gelmesini bekliyorlarmış. Bunlardan bazıları, içlerindeki kinin ve hırsın etkisiyle olsa gerek, sabredemeyip arada bir zırvalama ihtiyacı hissediyorlar. Tıpkı "Türbanlı hakimin karşısına çıktığımda adaleti sağlayacağından kuşkuluyum" diyen fikri durmuşlar gibi...
Sahi, sizin bu kadar hazımsızlığınızın sebebi ne?
Size ne başkalarının kıyafetinden ve başörtüsünden. Size benim eşimin kıyafetine karışma hakkını kim veriyor?
Ben sizin eşinizin plajdaki, sokaktaki ya da evindeki kıyafeti ile ilgili olarak yorum yapıyor muyum? Tabi ki, hayır. Çünkü, aldığım terbiye, inancım ve adalet duygum sebebiyle bunu haysiyetsizlik, ahlaksızlık ve adaletsizlik sayarım. Peki siz neden böyle davranıyorsunuz?
Bakın beyler!
Türkiye, sahip olduğu farklı pek çok türden inanç, kültür, soy ve saire ile birlikte Türkiyedir. Bu ülke, hiçbir zihniyetin ve grubun tek başına sonsuz özgürlüğe sahip olduğu bir ülke asla değildir. Bu nedenle lütfen aklınızı başınıza toplayıp biraz daha hoşgörülü olmayı deneyin. Böyle yaptığınızda, göreceksiniz ki hem siz hem de diğerleri daha mutlu olacaklardır...
Son söz;
Hiç kimse herkesten hazzetmek zorunda değil, fakat herkes herkesi hazmetmek zorunda. Yeter ki muhatabınız hain olmasın...
Esen Kalın...