Bir adam ve bir kadına dair.

Dışarıda sinsi bir rüzgâr vardı. Kadın iki adım önde saçlarını dağıtan rüzgâr, içini ürperten bir serinlik ile duruyordu.

 Uzaklara bakıyordu. Uzaklarda tek tük ışıkları yanan kasaba evleri, durup durup aniden coşan deniz, ağustos böceklerinin şamatası.

Yutkundu dudaklarındaki tuz tadı, burnunu sızlatan güneş yanığı. Arkasında bir taşa oturmuş başını ellerinin arasına alan adama döndü.

Yılların bulutların ardından çıkıp sağanak, boran, dolu olarak yağması gibi seyretti adamı. Geçmişi, yaşanılanları, kavgaları kahkahaları seyretti.

Uzakta tek tük ışıkları yanan kasabanın zeytinyağı ve rutubet kokan sokaklarında geçen onca yıl.

O yıllar içinde çocukluktan evliliğe kadar giden bir yaşam koşturmacası. 

Sabahın ilk ışıklarında serin sokaklarda, balıkçı barınaklarında, küçük kahvelerde, akşamları gürültülü lokantalarda hep bir koşturmaca. Çocukken en sevdiği şey gibi koşarak hep koşarak yaşamak. Uzaklarda kasabanın artan ışıklarına bakarak hatırladı. Koşmak ve heyecanla konuşmak. Hatırladı.

Adam başını kaldırdı kadına baktı. Rüzgârın savurduğu saçlarına.

Çocukken tanıdığı o haşarı kız, hep güzel ve özeldi. Adam ellerine baktı sonra. Sabahın solgun sokaklarında uyku ile karışık sabah fırınından alınan iki somun sıcak ekmek, iki paket sigara ve deniz ve balık kokan çantası ile limandan tekneye bindiği ellerine baktı.

O düz ve rüzgarla savrulan saçlara dokunan, sabah aynı yatakta o saçları yüzünde hissederek uyuduğu her güne sevinen eller ve saçlara baktı. Aklındakileri her söylemeye cesaret ettiğinde ellerini görünce sustu. Bu suskunluğun sonunu bile bile sustu.

Mahallenin taşlı sokaklarında koşarken çarpıştığı kanayan elini tuttuğu ve bir daha hiç bırakmadığı o kız için sustu. O rutubetli sokaklarda içini ısıtan sevgiyi hatırladı onun için sustu.

Kadın rüzgârın yüzünde yarattığı serinliği unutmuş, geçmişe gitmişti.

Lise biter bitmez kazanıp okuduğu İzmir’i, bembeyaz önlüğü ile diş hekimi olup geri döndüğü bu kasabada huzuru ve en önemlisi sevdiği adam ile yaşamanın mutluluğunu, ilk oturdukları evi, açtıkları ilk muayenehaneyi, düğününü, hastalarını, ilk sarhoşluğunu düşündü.

Her gün yeniden açan çiçek gibi açan hayalleri vardı.

Ev artık denize üç adım atsan o kadar yakın, klinik daha dolu, kasaba daha onlarındı. Evin önündeki begonyalar, Kasımpatılar, çatıya yuva yapan yalı çapkını, miskin sokak kedisi ve hep aç ve haşarı evin köpeği “kanka”. Akşam pencereden yağmuru seyrettikleri kış gecelerindeki derin sessizlik, yazın misafirler nedeniyle canlanan kasaba. Artık evliliklerinin beş senesi bitmişti.

Bu güzel dünyanın tek eksiğini düşündü kadın.

Derin bir iç çekti. Adama baktı, ellerine baktı, sonra kasabaya döndü tekrar yüzü.

Geleceği görebilmek için baktı.

Kasabanın soluk sokak lambaları yanmıştı. Uzaklardan rüzgâr ile ulaşan şarkılar, azalıp artan dalga sesleri.

Evlerini görmeye çalıştı adam seçemedi.

Ama o evde geçen yıllarını biliyordu. Huzur, sevgi ve sadakat.

Burnuna kabak çiçeği dolması, roka salatasının kokusu geldi.

Bir de ekşi ekmeğin sıcak tadı. “Neden?” dedi kendine “neden her şey bu kadar güzel giderken?”  Kadın duymuş gibi döndü adama “çünkü” dedi. “Bu güzel hikâyenin de tüm hikayeler gibi bir sonu olmalı. Büyütüp üretemez ve geliştiremezsen her hikâye biter.”

#amp-auto-ads