Betonlaşmadan uzak kalmak, daha yeşil bir çevrede yaşamak oldum olası herkesin ortak beklentisi, Hafta sonlarında evinin bahçesinde mangal yapabilmek, yada varsa bahçe içerisindeki bir ağacın gölgesine yumuşacık bir hasır serip muhteşem bir uykuya dalmak muhtemelen dünyaya bedel.
Betonlaşmadan uzak durmak hemen hepimizin ortak beklentisi olsa da gelişen koşullarda bu durumdan uzak kalabilmek son derece zor zira hayat pahalı, Yaşamak için şartlar her geçen gün biraz daha zorlaşıyor, böylesi bir nokta da güzelim yemyeşil bahçeler tek tek beton binalar haline gelmekten kurtulamıyor.
Nisan ayının sonlarına doğru geliyoruz, Mevsim dolayısı ile zaman zaman endişe yaratan yağışlarında bundan sonra hayatımıza olumsuz bir etki yapmayacağını biliyoruz, bundan sonra yeryüzüne düşecek olan yağışlar herkesin kendisini biraz daha romantizm deryasına atacağı günler olarak anılacaktır.
Bizim evin önünce içerisinde meyve ağaçlarının bulunduğu bizim günün koşuşturmacası dolayısı ile uğrayamadığımız ve daha çok kayınvalidemizin kendisini bulduğu, rahatladığı “nefes alıyorum” dediği bir bahçemiz var.
Kentin tam ortasında kalmasından dolayı “Lütfen burayı bize satın yada kat karşılığı verin güzel inşaat yapalım” diyen müteahhitlerin akın ettiği bahçeyi bu hali ile muhafaza etmek için olağanüstü bir mücadele veriyor sayılıyorsak ta gelen olağanüstü teklifler karşısında daha ne kadar dayanabileceğimiz de gerçekten bilmiyoruz.
Son dönemlerde belki yaşlandığımızdan biraz da her tarafın beton haline gelişmiş bir yerleşim merkezine tıkılıp kalmaktan usanmış olmaktan dolayı bizde sabah işe giderken akşam iş dönüşü bahçenin önünden geçiyor bahçenin içerisinde yıllar yılı fark edilmeden meydana gelen değişimleri anlamaya çalışıyoruz.
Bahçede önceleri çok fazla ağaç vardı, Ağaçların dallarından sarkan erik büyüklüğündeki kirazları, kıpkırmızı olan elmaları, tadından yenilmeyecek derecede muhteşem armutları, dalları kıran incirleri toplama çalışırken çok büyük keyif aldığımızı hatırlıyoruz.
Ağaçlarda çeşit çeşit meyveler varken kayınvalidemin gayreti ile topraktan fışkıran domatesleri, yeşil biberleri, çilekleri, Çalı fasulyelerini de toplayıp mis kokuları ile eve götürdüğümüz ve iştahla yediğimiz günleri de unutmuş değiliz.
Son dönemlerde bahçemiz bizim ilgimizi daha çok çekmeye başlamışken ağaçlardaki meyvelerin önceleri azaldığını kısa bir zaman sonrada meyve vermez olduklarına şahit olduk, ilk anlarda bu duruma fazla bir anlam veremediğimizden kayınvalideye “Sen bu ağaçlara artık eskisi gibi bakmıyorsun, ağaçlar ile ilgilenmediğin içinde artık eskisi gibi meyve vermiyorlar” dediğimizde kayınvalidemiz” Ben yaşlandım, benimle birlikte ağaçlarda yaşlandı, eskisi gibi bahçe ile uğraşamadığım doğru ancak, Bahçenin her tarafına beton evler yapılınca hem ağaçlara gelen su azaldı, hem de toprağın dokusu değişti, bunlar meyve olmamasının sebepleri ama asıl sebep ağaçlarında benim de yaşlanmam” cevabını verdi.
Nerede ise 30 yıldır ağaçların geçirdiği süreci kendi ölçülerimizde değerlendirip kendimizi de o ağaçların yerine koyduğumuzda yıllar içerisinde ağaçlarında insanlar gibi zamana karşı duramadıklarını geçen her günün ağaçları da insanları da var olan bütün canlıları da bitkin düşürdüğünün farkına vardık.
Bizim memlekette “Sarardı gül benzin döndü gazele” şeklinde bir ifade var, Gazel bilindiği gibi sonbahar geldiğinde ağaçlardan kopup yerlere düşen yaprakları ifade ediyor, İlkbahar aylarında ağaçların dallarını son derece gür bir şekilde sarıp sarmalayan yapraklar sonbaharın gelmesi ile birlikte sararıp çaresiz bir şekilde dallarından düşüyor.
İnsan hayatı da tamamen ağaçlar gibi, bizde şu sıralar “gazel döken ağaçlar” gibi hayatımızın sonbaharındayız, Gençliğimizden eski günlerimizden, eski neşemizden eser yok Cahit Sıtkı’nın Otuzbeş yaş şiirinde söylediği “Hangi aynaya baksam ben değilim” noktasındayız ve bu durum ileriye doğru değil her geçen gün daha hızlı bir şekilde geriye doğru gidiyor.
Son dönemlerde hem yazılarımızı okuyanlar hem de bizim genel yapımımızdaki değişimi görenler “Yahu bu kadarda karamsarlık olmaz, daha gençsin, enerjiksin” demelerine rağmen bu ifadeleri söyleyenlerin kendilerinin de söylediklerine inanmadıklarını ismimizin Yüksel Ercan olduğu kadar hatta ondan daha fazla inanıyoruz.
Geçtiğimiz hafta içerisinde Kıbrıs’ta Üniversite eğitimi gören kızımı ziyaret için Üniversitenin bulunduğu kampüse gittik, Hava sıcak, “ hadi bakalım birer dondurma yiyelim” diye sürekli gittiğimiz pastaneye girdik, dondurmaları söyleyip masaya oturmuştuk ki yanıma gelen kızım “Baba kasadaki abla senin buraya geldiğin her günü not etmiş, sen buraya geldiğinde kesinlikle tebessüm etmiyormuşsun, abla her gelişini işaretlemiş bu seferde yüzünde tebessüm olmamış olacak ki kasadaki abla bana “Sen babanla kavga ettikten sonramı buraya getiriyorsun ,baban neden tebessüm etmiyor” diye sorunca ona da “Bize mevsim ilkbahar değil, şu ara sonbaharı yaşıyoruz, Kış mevsimine girmemizde fazla bir zaman kalmadı, böylesi bir durumda nasıl tebessüm edelim ki.?” dediğimizi hatırlıyoruz.
Bizim yaşımızdaki herkesin böyle düşündüğüne yani karamsar olduğuna eminiz, Beton yığınları arasında bir hayat, kahvaltı yapmaya, öğlen yemeği yemeğe zaman olmayan bir yaşam, sürekli koşuşturma içerisinde bir hayat, Türkiye’nin içeride ve dışarıda yaşadığı sorunlar dağ gibi yığılmışken bizimde bu şekilde davranmamız son derece normal.
Sanatçı Onur Akın’da muhtemelen bizim gibi düşünüyor olmalı ki “Ey hayat /Sen şavkı sularda bir dolunaysın /Aslında yokum ben bu oyunda /Ömrüm beni yok saysın” demiyormu.?
Onur Akın gibi bir ustanın kelamının üzerine kelam olurmu.?