Başını taşlara vur bundan sonra.

Koronavirüs salgınının başlaması ve devam eden günlerde "EVDE KAL TÜRKİYE" talimatı gereği kendi evini üst düzey güvenlikli bir cezaevine çevirmek zorunda kalan herkes okuyacağı tüm kitapları okudu, hedeflediği ne kadar televizyon dizisi,sinema filmi varsa tümünü seyretti, yakın çevresi ile tüm görüntülü konuşmaları yaptı, sonrasında geriye hiç bir şey kalmadığını anlayınca başladı bzim gibi geçmişini sorgulayıp hesaplaşmaya.

Böylesi sessiz zamanlarda hayatı kendisi için değil de daha çok etrafı için yaşayan, kendi ihtiyacı olduğu halde bu durumu dillendiremeyen, halkın bildiği “ Saçını süpürge eden” bir neslin içerisinde olmanın ne kadar zor bir o kadarda anlaşılmaz olduğu bir süreçten geçip gittik.

Toplum içerisinde kendisinden çok toplum menfaatlerini önde tutan grubun içerisinde bulunmanın keyiflimi yoksa doğuştan bir kabullenmek mi olduğunun tahlilini bu aşamadan sonra yapmanın bize hiçbir şey kazandırmayacağını bildiğimiz halde bu alışkanlıktan vazgeçmek içinde en az elli yıl geç kaldığımızı çok net bir şekilde biliyoruz.

Rivayeti çoğunuz bilirsiniz; Hazreti Süleyman zamanında iki kadın, bir çocuk üzerinde münakaşa ediyor, ikisi de çocuğa sahip çıkıp bu çocuk benim diyorlarmış.

Anlaşmazlık şuradan ileri geliyordu. İkisi de kıra çıkmışlardı. İkisinin de kundakta olan çocukları varmış. Bir kurt gelmiş ve çocuklardan birini kapmış götürmüş. iki kadın birden elde kalan çocuğa sahip çıkarken, mesele Hazreti Süleyman'a kadar gelip çözülmeyi beklemeye başlamış.

Hazreti Süleyman, "Madem bu çocuğu paylaşamıyorsunuz, ben bunu ikiye parçalayacağım. Yarısı birinizin, yarısı da birinizin olsun razı mısınız?" diye sorduğunda, kadınlardan birisi "Razıyım madem o da çocuğun kendisine ait olduğunu iddia ediyor, hiç olmazsa yarısını alacağım" derken, diğer kadın "Aman kesmeyin ben hakkımdan vazgeçtim. Tek çocuk onun olsun, yeter ki çocuğa zarar gelmesin" diyor.

Bunun üzerine Hazreti Süleyman "Çocuk kesilmemesini isteyen ve hakkından vaz geçen kadınındır. Eğer öbürü çocuğun annesi olsaydı, kesilmesine razı olmazdı" diyerek çocuğu öz annesine teslim ediyor.

Galiba bu yazımıza başlık olan "Sevmek bazen vazgeçmektir" fedakarlığı ilk olarak bu dönemde ortaya çıkmış durumdadır. Bir annenin dokuz  ay karnında taşıdıktan sonar doğurduğu çocuğunun başına bir kötülük gelmesin diye başka birisine terk etmek istemesi "Sevmek bazen vazgeçmektir" şeklindeki fedakarlığın en üst noktadaki fotoğrafıdır.

Biz "Sevmek bazen vazgeçmektir" şeklindeki ifadeyi bundan uzun yıllar önce Ülkü Ocakları’nın efsanevi  başkanı Alişan Satılmış kardeşimin bir yazısı vesilesi ile duymuştuk. Kendimizi çok akıllı, çok iyi düşünen ve düşündüklerini de nerede ise otuz yıldır kaleme alıp yazmak gibi bir yeteneğimizin olduğunu düşündüğümüz anlarda Alişan Satılmış’ın  "Sevmek bazen vazgeçmektir" ifadesi birden bire bizi uzayın boşluğuna düşmüş ve nereye gideceğini bilemeyen bir astronot durumuna düşürmüştü.

O andan sonra dostlarımız, arkadaşlarımız, akrabalarımız rahat etsin diye sırf onların gönülleri kırılmasın, rahatları bozulmasın diye nelerden vazgeçtiğimizi, hayatımızdan neler feda ettiğimizi düşündüğümüzde vazgeçmenin ne kadar büyük bir erdem olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz.

Çok iyi bildiğimiz bir konuda tartışmaya başlarken karşımızdakinin boş teneke gibi olmayan işleri gerçekmiş gibi anlattığını bile bile sırf incinmesin diye bütün yanlışlarını doğru kabul ederek vazgeçtiğimiz doğrularımız.

Siyasette beraber yürüdüğümüzü sandığımız dost olarak bildiğimiz ancak sırf kendi menfaati için bizimle yürüdüğü belli olan siyaset bezirganlarına "Aman bir neferi olarak bildiğimiz davamız zarar görmesinde biz olmayalım sen ol" dediğimizde vazgeçtiğimiz siyasi değerlerimiz.

Hiç sevmediğimiz bir yemeği sırf bizi ağırlayan dostumuz kırılmasın diye midemizin perişan olmasına rağmen "Vay be bu kadar muhteşem bir lezzet var mıymış ?" sağlığımızdan vazgeçtiğimiz zamanlar.

Milletvekilliği sıralamasında, meclis üyeliği sıralamasında sırf cebi biraz şişkin diye "Eğer teşkilatımız ekonomik katkı sunacaksa ben fedakarlık edip bir, hatta iki sıra aşağıya ineyim" diye bile bile kalbimize ihanet ettiğimiz zamanlar.

Velhasılı kelam "Sevmek bazen vazgeçmektir" diyerek bir ömür bırakmak, terk etmek zorunda kaldığımız o kadar çok kale, o kadar çok saray, o kadar çok makam, o kadar çok mevki var ki yazmaya kalksak sanatçı Cem Karaca’nın söylediği gibi “burdan köye yol olur.”

Son otuz yılda karşımıza çıkanlar hep akıllı, hep bilgili, hep olağanüstü, hep dava adamı, hep kariyer sahibi, hep tevazu sahibi ancak ne hikmetse onların rahatı bozulmasın diye kendisini “Sevmek bazen vazgeçmektir” diye feda eden sürekli biz olduk.

Ticaret yaparken özel günlerde çalıştırdığımız personel bayrama harçlıksız girmesin diye cebimizdeki son kuruşuna kadar verdikten sonra akşam saatlerine beş parasız evin yolunu tutup, balkonda bizi bekleyen rahmetli annemin "Yüksel galiba sen yine paraları dağıttın, sana bir şey kalmadı yarın bayram al bu banka kartını, bayrama parasız grime" şeklindeki hadise, kaç bayram yenilendi bugün bile sayabilmiş değiliz.

Sonraları farkına vardık ki bir zaman sonra bizim yaptığımız fedakarlık, çevremizde bulunanlar tarafından bir vazife olarak görülmüş, kendi rahatlarından bir milim bile fedakarlık yapmayan çok sayıda eş dost "Yüksel Ercan sevmek çoğu zaman vazgeçmektir, burada fedakarlık sana düşüyor, gerekeni yap" diyerek, bizi gece gündüz koşturmakta hiç bir beis görmemişler.

Bu vazgeçme meselesi artık dayanılmaz bir noktaya gelince problemi daha fazla uzatmanın kimseye bir faydası olmadığını, daha da kötüsü bizim vücut sağlığımızı, ruh sağlığımızı toptan bozmaya başladığını anlayınca "Madem öyle biz de sevdiğimiz ne varsa hepsinden bir çırpıda vazgeçiyoruz" dedik ve uygulamamaya geçtik. "Sevmek bazen vazgeçmektir" diye sigarayı bıraktık, "Sevmek bazen vazgeçmektir" diye uzun yıllar yol yürüdüğümüz arkadaşlarımızdan vazgeçtik.

 Dün doğru olduğunu bildiğimiz ne kadar değer varsa bugün yanlış çıktı diye kendimizi bildik bileli siyaset yaptığımız siyasi organizasyondan vaz geçtik.

"Sevmek bazen vazgeçmektir" ilkesi ile nereye kadar gidebileceğimizin hesabını yaparken bir baktık ki rahmetli Atsız’ın,

 “Bilsin cihan ki ben bu cihanın nesindeyim,

Bir ülkünün mehabetinin zirvesindeyim.

Dünya denen mezellete dalsın her isteyen,

Ben ırkımın şeref taşan efsanesindeyim.

Herkes bir özleyişle yaşar...

Ben de öylece

Altaylar’ın ve Tanrıdağ’ın çevresindeyim.

Merdanelikle şöyle bakıp ayrılıklara

Son menzilin hüzün dolu kaşanesindeyim.

Artık veda zamanına pek fazla kalmadı;

Yorgun ve kimsesiz ölümün bahçesindeyim...” dediği noktadayız.

Pişmanlık var mı ?

 Belki var ancak  bu kadar vaz geçmişlikten sonra geriye dönmeyi de asla düşünmüyoruz.

Zira insan hayatında başka değerlerinde olduğunu ve karşımızdakinin gözlerimizin içine baka baka bize yalan söylediğini  görünce belli bir süredir;

Sakin göllerin kuğusuyduk

Salınarak suyun yanağında

Yarılan ekmeğin buğusuyduk.

Gözüm yaşarıyor, yüreğim kanıyor

Olmasaydı sonumuz böyle

Biri saksımızı çiğneyip gitti

Biri duvarları yıktı, camları kırdı

Fırtına gelip aramıza serildi

Biri milyon kere çoğaltıp hüzünleri

Her şeyi kötüledi, bizi yaraladı

Biri şarabımızı döktü, soğanımızı çaldı

Biri hiç yoktan vurdu kafeste kuşumuzu

Ciğerim yanıyor, yüreğim kanıyor

Olmasaydı sonumuz böyle

Gözüm yaşarıyor, yüreğim kanıyor

Olmasaydı sonumuz böyle.” şeklinde bir seçeneğin olduğunu da artık biliyoruz.

"Sevmek bazen vazgeçmektir" şeklindeki son derece yüksek bir idealden "Olmasaydı sonumuz böyle" diye olağanüstü bir karamsarlık içeren noktaya gelmek kolay değil..

Ancak hayat herkese eşit davranmıyor..