Buradan belediyelere sesleniyorum. Yaşarken dikili bir taşı bile olmayanlara bari bir mezar yerini çok görmeyin. Mezar yerlerinin parayla satılması veya ölülerimizin yer yokluğu bahane edilerek üst üste defnedilmesi bizim medeniyetimizde yaygın bir anlayış değildir. Batı medeniyetinde kişiye özel mezar yerleri imtiyazlı kişilere tanınan bir hak iken bizim medeniyetimizde, fakir olsun, zengin olsun veya makam mevki sahibi olsun her insana ayrılmış bir mezar yeri anlayışı hâkimdir.
Topraktan yaratılana bir avuç toprağı çok görmeyin.
Toprak imtiyaz ve sınıf kabul etmez, ölen her canlıya kollarını açar ve kucaklar.
Biz ölülerimizle yaşayan bir milletiz.
Ölülerimize ziyarete gider selamlaşır, konuşur, dertlerimizi anlatır, nasihat alırız.
Ölüm başlı başına en büyük nasihattir zaten. Bu nedenledir ki medeniyetimizde ölüm, hayatın ta ortasındadır. Bizleri terbiye eder, azgınlıklarımızı törpüler, terapi eder.
Mezarlıklarımız geçmişle geleceğimiz arasında kurulmuş köprülerdir.
Birer Açıkhava müzesi veya kütüphanelerdir. Bu yüzden bütün şehirlerimizin en müstesna köşeleri mezarlıklardır, türbelerdir. Şehirle, hayatla içiçedir. Kabristanlar şehrin merkezindedir, ölüme ve ölülere hürmet şehrin manevi dokusuna nüfuz etmiştir.
Bir cenaze geçiyorsa oturanlar kalkar, kabristan ‘ın yakınından geçenler eli cebindeyse çıkarır, araçla geçiyorsa korna çalmaz. Bir Fatiha okumadan geçip gitmez.
Abdurrahman Gazi, Habipbaba Türbesi olmadan Erzurum, Osman Gazi Türbesi olmadan Bursa, Hacı Bektaş-ı Veli Türbesi olmadan Kırşehir, Ebu Eyyûb el-Ensarî Hazretlerinin Türbesi olmadan İstanbul yetim kalır, öksüz kalır, sahipsiz kalır.
Karacaahmet Mezarlığını İstanbul’dan nasıl soyutlayabiliriz. İstanbul geçmişiyle yaşayan şehir.
İstanbul’un nüfusunu yerin altında yaşayanlar ile yerin üstünde seyahate çıkanlardan oluştuğunu düşünmek yanlış olmaz herhalde. Yahya Kemal’e İstanbul’un nüfusunu soranlara verdiği cevapta aynen böyledir. “Biz ölülerimizle birlikte yaşarız ”demiştir.
Kabristan ’da yatan büyüklerimiz de aile nüfusundan sayılır. Biz hangi duamızda onları ayrı tuttuk ki, hangi gecemizde onların hatırasından ayrı yattık ki, onların kütüğünden kendimizi silebildik mi ki, aile nüfusundan düşelim.
Ancak bizi bir tehlike bekliyor. Mezarlıklar giderek şehrin en uzak, en ücra köşelerine taşınıyor. Batıda ki hastalık gittikçe bizim bünyemize de sirayet etmiş durumda. Ölüm ile yaşam arasında dengeyi kaybediyoruz. Hiç ölmeyecekmişiz gibi, ölümü hayatımızdan çıkarmaya çalışıyoruz. Onun için bize ölümü hatırlatan her şeyi mümkün olduğu kadar uzağa itiyoruz.
Onun yerine nefsimizi ve gururumuzu okşayan gökdelenler, AVM’ler tasallut oldu.
Daha neler tasallut olmadı ki bize:
Çocuklarının psikolojisi bozulmasın diye dedesinin ölümünü çocuğundan gizleyen babamı dersin, anneannesinin ölümünü çocuğundan gizleyen annemi dersin, mezarlıkları yeşil alan diye tanıtan amcamı dersin.
Ölüm artık eve de sokulmak istenmiyor, şehre de sokulmak istenmiyor. Hele bu corana virüsü de bu işin tuzu biberi oldu. Artık cenaze evi de, taziye çadırı da kalktı. Bundan böyle cenaze evi facebook, taziye çadırı whatsapp, taziye mesajımız google’dan, taziye yemeği “getir ”den. Ama şairin dediği gibi kurtuluş yok:
“Neylersin ölüm herkesin başında
Uyudun uyanamadın olacak
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak
Taht misali o musalla taşında”