Gün geçtikçe kafa yediren, yeni önlemler aldıran ve yine gün geçtikçe ülkeninde içinde olduğu dünyayı durdurmaya devam eden Corona Virüse sosyal hayatı bitiren, ekonomiyi batıran yasaklarla, ev hapsiyle çare arayan insan oğlunun aradığı hastalığın ve ilacının ne olduğu daha bilinmezken, benim bu virüsün paniğiyle ölüm korkusu içinde olanlara bir önerim var...
Ki, bu öneri benim özel önerim değil ama şu son günlerde İbn-i Sina'nın yüz yıllar önce anlattığı gibi yaşanmış, ya da masal olan bir olayı anlatacağım, bugünkü reçeteniz olacağını umarken...
Evet, bugün yaşananlar ve gün geçtikçe insanları birbirinden koparan, ekonomiyi çökertecek, yeni olaylar yaratacak diye korktuğumuz ve toplu camiye gitmenin de yasaklandığı şu günlerde içinde olduğumuz çoğu kimsenin adına küçük kıyamet dedikleri, şu Çin İşkencesine dönen Corona Virüs meselesi gibi bir mesele olmazsa ki, o dönem bir padişahın yakalandığı hastalığın ardından yaşananlardır.
Ve o padişahın yakalandığı hastalığa çare bulmaya çalışan sarayın soytarıları, pardon sorumluları, hekimleri, yani bugünkü doktorları, sağlıkçıları, vezirleri ve askerlerinin çare arayışını anlatan bir hikayeyi buradan anlatıp, bugün yaşadıklarımızla karşılaştırın derim...
Çünkü ben hala bir gripal olay olduğunu ama birilerinin dünyayı dizayn etmek için olağanüstü abarttığı ve medya başta olmak üzere, dünyaya yön verenlerin bir dalaveresi olduğuna inandığım ve Başkan Erdoğan'ında içinde olduğu hepimizi korkutan bugünkü konunun, anlatılan hikayeden masaldan farklı olmayan bir durum olduğunu düşünüyorum.
Ve hala aynı yerdeyim, inanmıyorum.
Gelelim bugünkü durumu anlatan o günkü masala...
Padişah hastalanmış, ülkede ne kadar hekim varsa saraya getirilse de çare bulunamıyor...
Her duyulan, her söylenen ilaç getiriliyor, Padişah'a veriliyor ama nafile...
Çare olacağım deyip, olamayanların başı vurulur, bir padişaha en az bin hekimin başı gider...
Vur aşağı, çık yukarı derken en sonunda ülkenin o dönemin İbn-i, Sina'sı bulunup, saraya çağrılır.
Aslında bulunan şahsın bir “koca karı ilaçsısı” olduğunu bilmeden...
Ve, “biz çare olamadık, sen çare ol, Padişah'ı kurtar” derler, koca karı ilaçcısına..
Apar, topar saraya getirilen adam padişahın huzuruna çıkarılır.. Ve padişah ile karşı karşıya kalan adam uzaktan Padişah'ı baştan aşağı süzdükten sonra bu işin hiçte koca karı işi olmadığı sonucunda başının gitmesi olayı olduğunu anlayıp, çarenin ne olduğunu korkarak, çekinerek uydurur
ve mırıldar...
Bu mırıldanmayı duymayıp, “Ne diyorsun yüksek sesle de..”diye bağıran Vezir çektiği kılıcını boynuna dayadığı adam, padişahın zaten ağrıyan kulağını patlatırcasına bağırarak derki:”Ey padişahım senin yakalandığın hastalığının tek bir çaresi var, o da yine sende ve senin ekibinde” der...
Gözleri faltaşı gibi açılan padişah ve huzurda bulunanlar “nedir tez söyle” derler...
Adam devam eder..
“Ey padişahım senin tek çaren derdi, hastalığı, borcu, harcı olmayan birini bulmakta ve o bulunanın makamına getirilip, üstünde atleti kalana kadar önünde soyundurulup, atletini de senin çıkarıp giymene bağlıdır” der...
Bu duruma şaşıran ve birbirlerine bakıp, ne diyeceklerini bilmeyenlerin içinde oldukları çaresizlikle padişahın ne diyeceğini beklemeye koyulurlar...
Padişah da bir tarafta çektiği hastalığın verdiği acı ile bir taraftan çaresiz kalan heyetine ekşiyen ama umut veren bir bakışla emrini söyler...
“De gidin dediği kişiyi bulun getirin” diye emreder...
Sarayı yeniden alarma geçiren bu emir üzerine atlar getirilir, biniciler tek tek hücum halinde saraydan çıkıp ülkenin dört bir yanına yayılırlar ve istenen kişiyi yani derdi, borcu, harcı olmayanı aramaya başlarlar...
Günler geçer, yollar biter ülke yetmez dünyanın her yerine ulaşılır ama ne çare...
Var mı ki o denen, istenen borçsuz, dertsiz biri bulunabilinir mi ki?...
Ve tam vazgeçilir, aranan bulunamadı derken, bir bakarlar ki bir dağın başında bir çoban önünde koyunları, ağzında meyi, keyfi yerinde dünya umurunda değil...
Yani bugünkü gibi o kadar sorun, sıkıntısı, çeki, senedi, ekmek, trafik, aile derdi yetmez virüsü olmayan birini bulduk diye sevinir, “padişahım çok yaşa” diye bağıran tayfanın askerleri atları sürer koyunların önünde, meyini çalan çobanın yanına...
Ve atlardan inip, adamı sorgularlar, “Derdin var mı, çekin, senedin, ithalatın, ihracatın, sınır ötesi operasyonların, enflasyonun, işsizliğin, skg, vergi, elektrik, su borcun var mı, teknolojisizliğin, eğitimsizliğin, harçlığın kısacası çaresizliğin vb. gibi sorular pardon o dönemdeki sorun, sıkıntıları sorarlar çobana...
Çoban sakin ve şükrederek, “Yok bir şeyim, halimden, dünyamdan memnunun” der demez “Arananı bulduk” diye sevinen padişahın adamları çobanı kaptıkları gibi ata bindirip, saraya getiriler..
Ve padişahın huzuruna getirilen çoban şaşkın, bir o kadar korku içinde çaresiz.
Ve düşünür “Ula grup yorum gibi mi çaldım meyi mi, yoksa oturuş şeklim ülke düzenini bozan bir hal harekette bulundum da haberim mi yok” diye düşüncelere dalar...
Ve padişah adama bakar, çare geldi diyerek sevinir ve emreder soyun çobanı diye...
Çoban iyiden iyiye şaşkın ve korkak kendine saldıran askerlerden kurtulmaya çalışırken, padişah ve ona bu ilacı, pardon öneriyi söyleyen dahil, birden herkes durur, şok içinde kalırlar...
Çünkü padişaha çare olacak denilen çoban soyulup, çırıl çıplak kaldığında ne görsünler, tahmin edip, düşünebiliyor musunuz?
Çünkü padişaha çare olacak denilen çoban soyulup, çırılçıplak kalınca üzerinde atleti olmadığı ortaya çıkar...
Yani borcu, harcı olmayan, dertsiz sanılan çobanın da atleti yokmuş...
Kısacası gelin hep birlikte maskeli değil, atletsiz olup, ele gezelim...
Anlayan anladı mı bilmem ama benim önerimde bu...