Ülkemizde maalesef hemen her gün bir kadın eşi, kardeşi, babası, ya da erkek arkadaşı tarafından çeşitli sebeplerden daha çok da “namus” kisvesi altında katlediliyor.
21.yüzyılda, Cumhuriyetimizin 101. yılında “KADIN” ve “ŞİDDET” kelimelerinin bir arada kullanılmasını maalesef engelleyemiyoruz.
Kadın ve şiddet kelimelerinin bir arada kullanılmasını engellemek için sizce sadece kadın mücadelesi yeter olur mu? ( Yürüyüş ve eylem yapmak, sosyal medya paylaşımı, konferans vermek, yazmak, çizmek vs.)
Yasa yapıcılar ve yasa uygulayıcıları, siyasi partiler, sendikalar, din görevlileri, sivil toplum kuruluşları, sanayiciler gibi toplumun bütün unsurlarıyla “topyekün” bir mücadele başlatılması gerekmez mi?
Kadın ve aile içi şiddete yönelik mücadele kapsamında hayata geçirilen ve şiddeti tanımlayan, “kadına” ve “aile içinde şiddete uğrayan bütün bireyleri” koruma altına alan, şiddeti önlemeyi ve şiddetten korumayı amaçlayan ve ilgili düzenlemelerin ardından en nihayetinde tüm bu unsurlara rağmen şiddet gerçekleşmişse kovuşturma süreci başlatan, İstanbul Sözleşmesine karşı çıkmak “eşit ve şiddetsiz” bir geleceğe karşı çıkmak değil midir?
Bütün politikalardan, mahallelerden, ideolojilerden azade tamamen hak hukuk ve demokrasi anlayışı ile bakıldığında kadın birey neden şiddete uğrar?
Mücadeleye terminolojiden, bizlerin adını dahi telaffuz etmekten imtina ettiğimiz ancak hukuk literatüründe yer alan ifadelerden mi başlamak gerekir? Zira dilin değişimi zihniyet değişiminin önünü açabilir.
Kız çocuklarına yönelik kullanılan “Çocuk Gelin, “Rızası Vardı”, “Berdel gibi sözcükler, pedofiliyi ve suçu meşrulaştırıp, masumlaştıran ifadelerdir.
Bununla birlikte töre, namus, saygın tutum, eski sevgili, iyi hal, babasını-kocasını kamuoyunda mahcup etti gibi “SUÇU HAFİFLETİCİ” ifadeler ile “CEZA İNDİRİMİNİN” söz konusu edilmesinin, ceza kanunumuzda yer almasının kaldırılması ve hatta hakimin “haksız tahrik” karşısında uyguladığı “taktir yetkisinin” ortadan kaldırılması gerekir.
Suçu kovuşturma ve ortadan kaldırma, suçun bir daha işlenmesini engelleyici cezai müeyyidelerin ceza kanunlarımızda yer alması çok önemlidir.
Bu bağlamda toplumsal ve kültürel değerlerin köklerinden gelen inkâr ve suskunluk kültürü de ortadan kalkar.
Aksi takdirde kadın bilir ki şiddet sonucu ilgili makamlara şikayetini dile getirdikten sonra yine eve döndürülecektir ve o zaman kadın suskunluğu tercih eder çünkü bilir ki aynı yere döndüğünde daha beterini yaşayacaktır.
Oysa yüce dinimiz kız çocuklarının diri diri gömülmesini engelleyip cenneti annelerin ayağının altına sermiştir.
Böyle bir dinin ümmetinde hala kız çocukları kaşık düşmanı olarak görülüp toplumsal yaşamda erkek çocuklarıyla eşit imkanlara ulaşamıyorsa ve hala bu ülkede kardelenler diye bir proje devam ediyorsa en azından oturup bir düşünmek lazım değil mi?
Nazım Hikmet, “Kuvayı Milliye Destanı” nda soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen derken toplumsal bir var oluşu ortaya koyuyor ve bu toplumsal var oluşu görmezden gelmeniz onun yok olduğu anlamına gelmiyor.
O günlerden bu günlere gelindiğinde bir arpa boyu yol kat etmediğimiz gerçeği de gün gibi ortada duruyor.
Kadına yönelik uygulanan şiddetin artık istatistiklerinin tutulamayacak kadar çok olması sonucu kovuşturma ve ortadan kaldırma sürecinde hukuk sistemimiz sınıfta kalıyor.
Anayasamızda tarif edildiği şekilde, sosyal devlet olmanın gereği olarak devlet herkese eşit fırsat imkanları sunarak eğitim ve çalışma imkanları sağlamalı hatta kamusal ve özel alanlarda da bireylerin hukuki ve fiili eşitliğini sağlamalıdır.
Ancak yasada kadın ve erkek eşit demeyle eşit olunmuyor.
Bu maddeyi uygulamak bile şiddetle mücadelenin anahtar unsurlarının başında yer alır.
Yasa yapıcılar ve yasa uygulayıcılar bu konunun Türkiye’nin diğer sorunları kadar önemli olduğunu ve bu ülkede hayatın her alanında kadına karşı şiddet uygulandığı gerçeğini fark etmeliler artık.
Şiddetsiz bir gelecek dileğiyle…